Sağlıkla bir düşünce özgürlüğü ortamına kavuşmak için ilk koşul elbette sağlıklı düşünebilen bir beyindir.
Ancak bu yetmez. Özellikle de düşünsel etkinliğin en çok gerekli bulunduğu bilimsel etkinlik, yüzeysel, sığ olamaz. Ayrıca felsefe, hukuk, toplumbilim gibi kültür ağırlıklı bilimlerinde bilgi odaklı çözümleyici incelemeleri gerektiren bu etkinliğe Foucault, “arkeoloji” adını vermektedir. Bu da, bilgilerin, kuramların hangi noktadan başlayarak olabildiklerini, bilginin hangi düzlemlerde ortaya çıktığını, bilimlerin oluşmaya, deneylerin felsefelere yansımasına, akılcı olanların gün ışığına çıkması için hangi olgucu öğelerin içinde görülür duruma geldiğine ulaşmayı gerektirir. Bunun adı incelemedir.[1] Bu etkinlik sığ bilgiyle derinlemesine bilgiyi birbirinden ayırır; belirli bir anlatıma kavuşmuş cümlelerin oluşturduğu bir dokunun tarihini anlama ve anlatma; ayrıca bu dokunun yapısındaki cümlelere yansıma olanağı veren nesneyi belirleme amacını güder.[2]
Açıklama edimi, dış dünyaya dilin sözcükleriyle yansıtılır. Dil ise insanın kotardığı kültür ürünlerinden biridir. Dolayısıyla kültürden kültüre, dönemden döneme, kuşaktan kuşağa değişir durur. Ancak dilde değişmez gerçek, insanın dilindeki sözcüklerle düşünmesi, düşüncesini yine sözcüklerle açıklamasıdır. Dolayısıyla dildeki sözcük sayısıyla algılar, bilgiler arasında doğru bulunmaktadır. Dahası dil, evrendeki varlıklara, nesnelere yalnızca bir ad koymakla, varlıkların ve nesnelerin birbiriyle ilişkilerini, bağlantılarını sadece yansıtmakla kalmaz, bunların derinlerinde neleri sakladığını da sergiler. Her ne kadar Noam Chomsky, “Marslı bir bilimci gelip baksa, bütün dünyanın aynı dilin lehçelerini konuştuğu sonucuna varırdı” dese de dil, Francis Bacon, Etienne Condillac, J. Gottfried Herder, R. Waldo Emerson ve Bertrand Russell’ın vurguladıkları üzere bir halkın ruhunu, özellikle de kültürünü ve düşünme biçimini de yansıtır. Bu nedenlerle Alman düşünürü ve ozanı Friedrich Schiller, “Dil bir ulusun aynasıdır. Bu aynaya baktığımız zaman, orada kendimizin gerçek yansımasını görürüz” demiştir. Aslında kültür tanımının içine insan bilgisini zenginleştirmek, yargılamak ve beğeni yetilerini geliştirmek için kullandığı araçların bütünü, özellikle dil de girmektedir. Bu yüzden insan varlığını ortaya koyan temel doğru şudur: Dil, insanın yazgısıdır; doğanın insanca kılınması demek olan kültürün en önemli kesimi, kısaca kültürü yaratan insanın var olma koşuludur.[3] Doğru dil, doğru kafa yapısının ve kültürün ürünüdür. Bu yüzden “yanlışın eleştirisi, dilin eleştirisiyle başlar.”[4] Kimi dillerde zaman kipinin bulunmaması, Babil söylencesinde (mitoloji) görüldüğü üzere suç ve ceza sözcüklerinin tek sözcükle karşılanması gibi yetersizlikler, elbette düşünmeyi, anlamayı da yetersiz kılacaktır. Bu konuda on yedinci yüzyılın tanınmış eleştirmeni ve edebiyatta kökleşik (klasik) biçemin (üslup) kurucusu sayılan Nicolas Boileau-Despéraux’nun (1636-1711) şu sözleri asla unutulmamalıdır: “İyi kavranan şey, apaçık olarak anlatılır; (işte o anda) sözcükler o şeyi dile yansıtmak için hemen imdada yetişir.” Antoine de Rivarol (1753-1801) daha da ileri gider ve “açık olmayan anlatım, İngilizce, İtalyanca, Yunanca, Latince olabilir; ancak asla Fransızca değildir” der. Danimarkalı Dilbilimci Otto Jespersen (1860-1943) de, İngilizcenin mantıksal tutarlılığının İngiliz ulusunun yapısından kaynaklandığını belirterek bu noktaya parmak basmıştır.[5]
Yetkin bir dil, kanımızca üç işlevi umulan biçimde yerine getiren dildir. Birincisi, kamusal işlevdir. Bu açıdan dil, iletişim aracı olarak toplumsal uzlaşmayı sağlayabilmelidir. İkincisi dil, konuşanların zihinlerindeki özel bilgi dizgesini (sistem) sağlayabilmeli ve bu dizge kamusal işlevle uyum içinde bulunmalıdır.[6] Üçüncüsü dil, bizce bilimsel kavramlar açısından da yeterli olmalıdır.
Bu yüzdendir ki, kavramlar tarihine eğilen Alman düşünürü Reinhart Kosselleck (1923-2006), dilbilim (filoloji), yorum bilim (hermeneutik), anlambilim (semantik) başta olmak üzere dille ilgili bilim alanlarının önemi üzerinde durmuş, değişik toplum katmanları arasındaki çatışmaları, devlet ve birey arasındaki ilişkileri, bunların başvurdukları meşrulaştırıcı dille bu dilin kavramlarının önemi üzerinde durmuştur.[7]
Bütün bu nedenlerle insanlık, günümüzde hiçbir dilin, hatta hiçbir sözcüğün yitip gitmesine ve insanlık kültürünün yoksullaşmasına izin vermemekte; o dili kullanan son insanı bularak unutulmaya yüz tutan dilin sözlüğünü insanlığın belleğine aktarmaktadır.
Kuşkusuz insan, dil ile ilk olarak annesi aracılığıyla tanışır. Bu nedenle “ana dili” kavramı çok anlam yüklü bir terimdir. Ana dili, bir bakıma en doğru öğrenim dilidir. Çünkü dilin sınırları, düşüncenin sınırlarıdır. Bu olgu, “dil düşüncenin evidir” (Heidegger) ve “dil, bilincin düşün olarak var oluşudur”[8] tümceleriyle özetlenmiştir. Zira dil, bir araç olmanın ötesinde özde içinde yaşayıp olgunlaştığımız bir ortamdır.[9] Ruhsuz beden, dilsiz düşünce olamaz.[10] Felsefeden ya da hukuk dogmatiğinden, biliminden, bu bilimin başvurduğu varlıklardan söz etmek için doğru dilin olanaklarına başvurmak zorunludur. İnsan, ana diliyle düşler ve düşünür. Dili doğru kullanamayan doğru düşünemez, doğru bilim yapamaz. Kendi mesleğimiz ışığında konuya yaklaşır ve Mevlâna’nın sözlerinden[11] esinlenerek “bizim” sözcüğü yerine “bilim” sözcüğünü geçirirsek, “bilimin söyledikleri nisan yağmuruna benzer. Bilimsel düşünen hukukçunun ağzına düşerse inci; bilim dışı düşünen hukukçunun ağına düşerse zehir olur” ve o hukukçu kültürel bir içedönüklüğün (otizm) pençesinde kıvranır durur, doğru hukuka ve uygulamasına asla erişemez. Üzülerek belirtelim ki, ülkemizde yaşanan olgu budur. Babil söylencesinin iletisi de aslında bunu yansıtmaktadır. Tanrı’nın bile peygamberler aracılığıyla konuştuğu bir dili vardır. Kısaca ana dili, ezberi dışlar. Üretkendir. Sözgelimi, bir hukuk öğrencisine mantık yöntemlerini anlatırken “talil, dedüksiyon, istikra, endüksiyon”; cezaların türlerini açıklarken “mütefavit, mütenavip” cezalar dendiği zaman Arapça ya da Fransızca ve İngilizce bilmeyen yahut bilse bile köklerine inemeyen ve ana dili Türkçe olan bir insanın beyninde bu sözcükler, kavramlar hiçbir çağrışım uyandırmaz, hiçbir şimşek çaktırmaz. Hepsi iğreti ve sokma olduğundan Türk insanı, bu kısırlığı aşmak için hemen sözlüğe bakmak ve bu terimleri ezberlemek zorunda kalacaktır. Ezber ise bilinç süzgecinden geçmiş, irdelenmiş bilgi değil, sözcüklerin, yaşanan anıların beynin bellek diliminde (lob) biriktirilmesidir. Bu nedenle ezber, düşündürmez, düşündürmeyen dil de beyni ezbere zorlar, dolayısıyla beyin bilim değil, söylenceler (mitos) üretmeye mahkûm olur. Bunun sonucu, ezberin beyni çürütmesi, söylenceye dönüşen bilimin deyiş yerindeyse bir tür “bunama”sıdır.
Buna karşılık, “tümdengelim, tümevarım” yöntemler ya da “alt-üst basamaklı, seçenekli” cezalar dendiği zaman ana dili Türkçe olan bir insanın beyninde bu sözcükler, kavramlar, çağrışımlar uyandıracak, şimşekler çaktıracaktır. Çünkü Türkçe sözcükler, iğreti ve sokma değil, tam tersine ana dilinin toprağında yeşermiştir. O andan itibaren Türk insanı düşünmeye başlayacak ve bilim (logos) dünyasına adımını atacaktır. Hem de sağlıklı bir biçimde. Zira düşünme, beynin “e” vitaminidir. Matematik de, mantık da, bilim de, felsefe de ancak düşünen bir beyinde kök salar. Ana dilin dehasıdır bu.
Özetle sözcükler, terimler, kavramlar Türkçe olmazsa, bilim yapılamaz; yalnızca ezbercilik yapılır. Unutmayalım, ezbercilik salgılar, ama üretmez. Pascal şöyle demişti: “İyi bir toprağa düşen tohum yemiş verir. İyi bir zihne (akla) damlayan ilke de tıpkı öyle. Her şey ustanın yönetiminde oluşuyor. Kök, dallar ve yemiş; ilkeler ve sonuçlar.” Pascal’ın sözünde geçen toprak, hiç kuşkusuz, düşündüren ana dilidir. Ancak ana dili duruk değildir. Değişir, gelişir. İnsanın doğuştan düşünür olan dehasının dille beslenmesiyle gerçekleşir bu süreç. Yunus Emre’nin dili, Pir Sultan Abdal’ın dili, Karacaoğlan’ın dili gibi. Ne var ki herkes, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan değildir. Bu nedenle uygar toplumlar, öğrenime ve öğrenim diline çok önem vermiş; ana dili bilimsel terim ve kavramlarla zenginleştirmiş; böylelikle Batı insanı, sürekli olarak somut düşünce dünyasından soyut düşünce dünyasına doğru yürümüştür. Bu anlayış doğrultusunda başta Fransa olmak üzere, ana dilini korumak ve zenginleştirmek için birçok ülke, yasalar çıkarmıştır. Bunun nedeni açıktır. Çünkü insan, özünde ana diliyle algılar, düşünür, bilim yapar, felsefe yapar. Ana dili olmasaydı insan, ne düşünebilir ne de felsefe ve bilim yapabilirdi.
Nitekim dilin kökenini, yapısını, doğasını, özünü, kapsamını, içeriğini inceleyen dil felsefesi, kurucusu Humboldt’tan (1767-1835) sonra özerk bir felsefe dalı olmuş;[12] Wittgenstein’la birlikte dilin felsefenin odağı olması dolayısıyla “dilsel dönemeç” (tournant linguistique) dönemine ulaşılmıştır. Bu anlayışa göre, sözcüklerin çok anlamlı bir yapısı vardır. Dolayısıyla dilin özyapısı öznelidir. Saussure’ün belirttiği gibi “sözcüğün anlamı, onun dilde kullanımıdır”. Dolayısıyla Chomsky’nin de vurguladığı üzere “her dil, her insan, sonsuz sayıda anlatım üretebilir” ve Valentin Voloşinov’a göre “anlam çoğulluğu, sözcüğün kurucu özelliği” ise de, kuşkusuz yine Humboldt’un değindiği üzere dilin en önemli öğesi sözcüktür ve sözcük canlı dünyadaki birey gibidir. Sözcüğün anlattığı nesne eyleme denk düşer. Bu yüzden “dili kullanmak demek, dil dolayısıyla düşünmek, duyumsamak, tasarlamak ve düşünüleni, duyumsananı ve tasarımlananı yine dil ayrımıyla anlatmak demektir.”[13] Aynı düzelmede Lüksemburg’lu ozan Anise Koltz, şunları söylemektedir: “…ve Tanrı sorar ozana: ‘Ne yaptın tohumlardan da verimli sözlerimi?’ Tanrı karşılık verir: ‘Şiir yaptım, patladılar.’”[14] Öyleyse “Bir varlığın, nesnenin anlamını öğrenmek demek, o varlığın, nesnenin belli bir bağlamda nasıl kullanıldığını öğrenmek, yani dilin uygun ve doğru kullanılmasını bilmek demektir. Dolayısıyla dil, bütün felsefe dalları için belirleyici içerikleri olan genel bir felsefi duruştur. Bu nedenle “İnsancılık Üzerine Mektup”ta dilin beden, ruh ve akıl bütünlüğü olarak açıklanmasının metafizik ve hayvansal bir yorum olduğunu ve dilin özünü örtüp gizlediğini belirten düşünüre göre, “felsefe, dil aracılığıyla aklımızın büyülenmesine karşı bir savaşımdır.” Çünkü dil, bir araç değil, özne insan için bir ortamdır. Özne kendisini dilde yapılandırır. Dil, yalnızca sözcükleri görmek değil, bunun çok ötesinde onları gözlemektir, onlara bakıştır, onları seziştir (intuitio). Sözgelimi, logos (legein) bir araya getirendir, gösterendir, varlığı görünür kılandır.[15] Kanımızca aynı tümcede geçen felsefe yerine hukuk kavramını koyarsak, hukukçu da insanlar arasındaki ilişkide yaşanan ve hukukun önüne gelen olay ile hukuk arasında Descartes’ın “kuşku ilkesi” uyarınca sürekli bir gerilim yaşayıp durur. Bu gerilimi aşmanın biricik yolu, hukuku doğru yazıya döküp, doğru okuyup doğru yorumlayarak uygulamaya yansıtmaktır. Bu yüzden hukuk, bir bakıma her hukukçunun sağlığını bir yandan tehdit ederken, öbür yandan da doğru yorumla âdil sonuca ulaşınca aynı sağlığın en etkili ilacı olmaktadır.
Dilin temel öğeleri, ad, sıfat, bağlaç, zarf, tümleç, yan cümle ve benzerleridir. Bunları bilemeyen, algılayamayan bir kimsenin düşünsel gelişimi, bilim, özellikle hukuk etkinliği açısından yetersizdir. Gerçekten hukukun derin düşünceleri içeren bir kavramlar ve terimler dili olduğu gözetildiğinde bu yetersizlik daha da çarpıcı olmaktadır. Zira hukuk bilginleri ve bilgeleri, belli ve sağlam bir öğretimle donatılmış kişilere hitap ederler; sıradan okuru gözeterek konuşmazlar ve yazmazlar. Dolayısıyla kültür bilimlerinde ve de özellikle hukukta bir düşünürü ya da hukuk bilgininin görüşlerini anlamak için hukukun dilini iyi bilmek gerekir. Bu da ancak ana diliyle olur. Albert Camus’ünün dediği gibi, “arı duru bir dille yazanların (ve de konuşanların) okurları; kapalı, karmaşık yazanların (ve de konuşanların) ise yorumcuları olur.” Herkesçe, özelikle de yasa yapıcılarınca ve hukukçularca unutulmaması gereken bir sözdür, bu.
Özetle insan (özne) ile dünya, gerçekler, doğrular (hakikat) arasındaki bağlantıyı kuran dildir.[16] Öyleyse dünyamızın, gerçeklerimizin, doğrularımızın sınırlarını iyi belirlememiz gerekir. Değil mi ki, dilin taşıyıcısı olan insan, diliyle düşünür, insanın sözcük dağarcığı ne denli varsılsa (zengin) düşünce dünyası da tarihsel ve toplumsal belleği de o denli varsıl demektir. Öyleyse ilkin Türk insanının dil ve düşünce dünyasını başka dillerle karşılaştırarak belirleyerek yola çıkmak gerekir.
Bu bağlamda TÖMER’in araştırmalarına göre, 2000’li yıllarda liseyi bitirinceye değin bir öğrenci, ABD’de 71.000, Almanya’da 70.000 sözcükle evreni algılamaktadır. Bunları Fransız, İtalyan, İspanyol çocukları izliyorlar. Bu sayı Suudi Arabistan’da 12.700 iken, Türkiye’de 6.000’i bile bulmuyor. Bunun anlamı ise açıktır: Açığımız çok büyük. Liseyi bitirdiğinde bir ABD’li çocuk, evreni bir Türk çocuğunun on iki katı düzeyinde anlayıp yorumlamaktadır. Bir başka anlatımla yarış, eşit koşullarda başlamamakta, daha işin başında yitirilmektedir. O zaman Atatürk’ün, son soluğunu vermeden önce niçin “Dil, aman dil!” dediği, niçin TDK’yi kurduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Mısır Önderi Cemal Abd-ün Nâsır’ın 1950’li yıllarda “Türkler ulus bile olamadılar. Sözcüklerimizi geri alsak, Türklerin ortada konuşup anlaşacak bir dilleri bile kalmaz” demesi, aslında bizim için yalnızca üzücü bir eleştiri değil, aynı zamanda bir uyarıdır da. Bu uyarıya ilkel bir tepki gösterecek, kızacak yerde, onu değerlendirmeli, üzerinde düşünmeliyiz.[17]
Türk insanı “dil bilinci”ni kazanmak, ana diliyle düşünmek, konuşmak ve yazmak zorundadır. Eğer dilimizde yeterince düşündüren ana dili kökenli sözcük, özellikle de bilimsel kavram, terim yoksa bilim ve felsefe yapmak olanaksızıdır. Heidegger bile felsefenin ancak Yunanca ve Almanca dilleri ile yapılabileceğini söylerken aynı şeyleri dile getiriyordu, kuşkusuz. Zira bilimsel ileti, toplumsal, kültürel ve bireysel etkenlerle birlikte anlam kazanarak ana dili aracılığıyla bilim dünyasına aktarılacaktır.[18] Unutulmamalıdır ki, her “yeni bir sözcük, tartışma (düşünme) toprağına atılmış taze bir tohumdur.”[19]
Türk dili, dil bilgisi kurallarıyla, üretkenliği ve şiirsel akıcılığıyla yeryüzünün ve kültür dünyasının en güzel dillerinden biridir. Doğu bilimcisi Max Müller (1823-1900), on dokuzuncu yüzyılda yazdığı “Dilin Bilimi” (La science du langage) adlı yapıtında şunları dile getirmektedir: “Türkçe dil bilgisini okumak bile gerçek bir zevktir. Dilbilgisini oluşturan hünerli biçim, çekim ve çekim düzenlerine egemen olan karşılaştırmada yaşananlar…, saydamlık, dille görülen insan zekâsının olağanüstü gücünü duyumsayanları şaşırtmaktadır.” Fransız Türk Bilimcisi Jean Deny (1879-1963) de uyumlu, mecazları zengin Türkçenin gelişmeye yatkın ve kıvrak bir dil olduğunu belirtmekte ve Max Müller’in görüşlerini paylaşmaktadır.[20] Evet, Türkçemiz, gerçekten böyledir. Ancak bilim, özellikle de kültür bilimleri alanında soyut kavram ve terim açığımız büyüktür. Çeviri yapanlar, bunun sıkıntılarını çok yaşamaktadırlar. Tek çıkış yolu, Türkçe köklerden Türk insanını düşündüren, insanımızın kolayca anlayabileceği kavramları, dil bilimi kurallarına göre üretmek ve dili doğru kullanmayı başarmaktır. Bütün bilim insanlarının ve yasa koyucuların ana dili doğru kullanmaları zorunludur.
“Devlette çok yolsuzluk, çok yozlaşma varsa çok yasa vardır” (corruptissimo re publicit plurimae leges) diyen Romalı Tarihçi Tacitus’un iki bin yıl önceki uyarısına karşın, sözgelimi, ülkemizde “torba yasa”larla yasa çokluğundan bunalan ve yasama etkinliği örselenen ülkemizde hukuk dili de tam bir ilkesizlik bunalımı yaşamaktadır.
Sözgelimi, bir hukukçu olarak, bizde 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Yasası’nın sadece en çok uygulanan birkaç maddesine bakmak, bu karmaşayı açıklamaya yeterlidir.
“Ceza Kanunu’nun amacı” başlığını taşıyan birinci maddenin ilk fıkrasının ikinci cümlesi şöyledir: “Kanunda, bu amacın gerçekleştirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları ile suçlar, ceza ve güvenlik tedbirlerinin türleri düzenlenmiştir.” Oysa bu satırlar, Yasa’nın değindiği “konular”la ilgilidir, Yasa’nın amacıyla değil. Tutarsızlık çarpıcıdır.
İkinci maddenin ikinci fıkrası “İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz” demektedir. Böylesine bozuk bir Türkçeyle yasa yapılması inanılır gibi değil. Suç ve ceza öngörülür, kon(ul)maz.
Sekizinci maddenin birinci fıkrasının ikinci cümlesi ise anlatım yanılgısıyla sakattır: “Fiilin kısmen veya tamamen Türkiye’de işlenmesi veya neticenin Türkiye’de gerçekleşmesi hâlinde suç, Türkiye’de işlenmiş sayılır.” Bu tümcede “sayılır” sözcüğüne dikkat edilmelidir. Bu anlatıma göre Ankara’da, Erzurum’da, Konya’da, Edirne’de, Kars’ta bir suç işlendiği takdirde Türkiye’de işlenmiş “sayılacak”tır!? Oysa doğru ve kısa anlatım şöyle olmalıydı: “Eylemin kısmen ya da tamamen Türkiye’de işlenmesi durumunda Türk yasaları uygulanır.”
Yasa'da terim birliği de sağlanamamıştır. Sözgelimi, on ikinci maddede adalet bakanının “istemi”nden, hemen bir sonraki maddede, adalet bakanının “talebi”nden söz edilmektedir. Her iki madde için doğru Türkçe, elbette istem değil, “istek”tir.
Yine on dördüncü maddede “hapis cezası ile adli para cezasından birinin uygulanması “‘seçimlik’ sayılmış ise” cümlesindeki “seçimlik” (option) sözcüğü ve “uygulanması seçimlik sayılmış ise” anlatımı kaba bir yanılgıdır. Çünkü seçimlik (option), bir yeğlemeyi anlatır. Oysa burada birden çok olanaklardan eşdeğer nitelikte rastgele birini seçme söz konusudur. Bu nedenle de doğrusu, “seçenekli” (alternatif) sözcüğü ve “seçenekli olması söz konusu ise” anlatımıdır.
Dili yalınlaştırma, konuşulan Türkçe iddiasıyla yola çıkan bir Yasa’da “mahsup edilir” yerine “indirilir” denmesi daha doğru olurdu (m. 16). Nitekim daha sonraki 63’üncü maddede indirmeden söz edilmişse de bu kez de karşımıza dil kullanımındaki tutarsızlık çıkmaktadır.
Suç hukukunu irdeleyen bilimsel yapıtlarda bile bir hukuk terimi olan “kasıt” sözcüğünün ilkin Hindistan’daki toplumsal katmanları anlatan “kast” sözcüğüyle karıştırıldığını görmekteyiz. İkinci olarak da, bu kavramın yalnızca yazılışı değil, tanımı da anlatım bozukluğuyla sakattır: “Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir” (m. 21). Oysa doğru anlatım şu iki biçimden biri olmalıydı: “Kasıt, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilinerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir” ya da “Kasıt, suçun yasal tanımındaki öğeleri bilerek ve isteyerek gerçekleştirmektir.”
Yine hukukun önemli kavramlarından biri olan “taksir”in tanımı da sorunlu: “Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” (m. 22). Özen elbette “dikkat”i de içerir. Öyleyse kanımızca daha akıcı bir Türkçeyle iki tür taksirin tanımı şöyle olabilirdi: “Öngörüsüz (bilinçsiz) taksir, özen yükümlülüğüne aykırı ve istençli bir davranışla suçun yasal tanımında belirtilen sonucun istenç dışı oluşmasıdır”. “Öngörülü (bilinçli) taksir, özen yükümlülüğüne aykırı ve istençli bir davranışla suçun yasal tanımında belirtilen sonucun kınanabilir nitelikte kendine güven inancıyla istenç dışı oluşmasıdır”.
Yasa’nın seksen ikinci maddesinde de benzer bir anlatım yanılgısı yer almakta: “Kasten öldürme suçunun tasarlayarak işlenmesi”. Elbette doğrusu şu idi: “Kasten öldürme suçunun tasarlanarak işlenmesi”.
Yine aynı Yasa’nın 257’nci maddesinin başlığı şöyledir: “Görevi kötüye kullanma”. Bu madde, Fransız Ceza Yasası’ndan alınarak eski ve yeni Türk ceza yasalarına aktarılmıştır. Eski Yasa’nın suç tanımında “vazifeyi suiistimal” olarak geçmekteydi (m. 240). Fransızcası “abus d’autorité”; yani “yetkiyi kötüye kullanma” olup doğrusu da budur. Çünkü kamu görevlisi ancak yasaların kendisine tanıdığı yetkiyi, yetkiden kaynaklanan erki kötüye kullanabilir. Görev ise kullanılmaz, ya yerine getirilir ya da getirilmez, yani savsanır.
12. Ceza Yasası’nın 123’üncü maddesine 12.5.2022 tarihli ve 7406 sayılı Yasa’nın 8’inci maddesiyle eklenen 123/A fıkrasında “bedenen izlemek” yerine, yalnızca Arapça sözcüklerle bütünleşebilen bir tür “-en” ekinin Latin kökenli bir sözcüğe eklenerek “fiziken takip etmek”ten söz edilmiş, böylelikle bir tür sözde belirteç (zarf) türetilmiştir. Böylece ana dilimiz Türkçe varsıllaşmak şöyle dursun, çarpıtılarak felç edilmiştir. Gerçekten yirmi birinci yüzyılda böylesi bir ana dil bilincinden yoksunluğun ve çarpıklığın yasama organında bulunun altı yüze yakın okuryazar insanın gözünden kaçması, Türkçemiz adına utanç verici, üzücü ve bağışlanamaz bir dil ve dilbilgisi duyarsızlığının çok çarpıcı bir örneğidir.
Eski yasalarımızda da bunlara benzer pek çok örnekler bulunmaktadır.[21] Çarpıcı son birkaç örnekle yetinelim. 1929/1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 268’inci ve 1696 sayılı Yasa’nın ek 8’inci maddelerinde “muhakeme masrafları” yerine “mahkeme masrafları” denmiştir. Doğrusu elbette “yargılama giderleri”ydi ve Türkçesi kullanılsaydı, kuşkusuz bu yanlışlığa da düşülmezdi. Aynı Yasa’nın iki yüz altmış sekizinci maddesinin üçüncü fıkrasında “hükmün beyaz edilmesi”nden, yani temize çekilmesinden söz edildiği halde Yasa’nın bütün baskılarında “beyaz” sözcüğü “beyan” olarak geçmekte ve bilim insanları bile kimi zaman bunun ayrımına varamamaktadırlar.[22] Yine aşınıp gündemden düşen ve “iftiralar” anlamına gelen “azviyyat” sözcüğü, 1926/765 sayılı Eski Türk Ceza Yasası’nın çoğu baskılarında “vaziyet” olarak geçmektedir (m. 484).
Bütün bu örnekler, gerçekten “dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez” diyen Kaşgarlı Mahmut’a hak verdirtecek boyuttadır. Başka dillerden dilimize gider sözcükler yüzünden Türkçe düşünememekteyiz ve “talipli”, “bilâharcırahsız” gibi dil yanlışlarına resmî ilanlarda ve siyasetçilerin konuşmalarında da rastlamaktayız.
Elbette güzel örnekler de yaşanmıştır. Sözgelimi, eski dilin egemen olduğu erken Cumhuriyet döneminde çıkarılmasına karşın 1924/442 sayılı Köy Yasası, köylüler ve muhtarlarca kolayca anlaşılabilsin diye yetkin bir Türkçeyle kaleme alınmıştır. Sanki öbür yasalar halk için değil de salt okuryazarlar, dahası yalnızca hukukçular için yapılıyormuş gibi bir anlayışı yansıtan bu yaklaşım, elbette yersiz, ancak istenirse herkesin kolaylıkla anlayacağı bir Türkçeyle yasaların yapılabileceğinin de sevindirici bir itirafıdır.
Üzücü olan, umut veren bu anlayışın tekil örnekler dışında hiçbir dönemde geçerli olmamasıdır. Berrak zihin, berrak dildir. Kültür varlığımız olan dilimizin üzerine titrememiz gerekir. Önce bilim ve hukuk dilini kesinlikle ana dili kaynaklarına başvurarak zenginleştirmek zorundayız. Montesquieu’den, Beccaria’dan bu yana yasaların dilinin herkesin anlayacağı, yorumu gerektirmeyecek biçimde kısa, özlü, yalın, anlaşılabilir, apaçık, sınırları belirgin ve kesin olması istenmiştir. Bu kural, sadece köylüler ve köy muhtarları için değil, bütün insanlar içindir. Özellikle suç hukukunda “yasanın anlatımının belirginliği (lex certa) ilkesi” asıldır. Yasaların dili konusunda Fransız Yurttaşlar Yasası’nın (Fransız Medeni Kanunu) dili örnektir. Nitekim bu konuda Stendhal’ın ünlü sözleri çok düşündürücüdür. Fransızca’yı bu denli nasıl güzel kullandığını soranlara büyük yazar, “her gün bir saat Fransız Yurttaşlar Yasası’nı okuyarak” yanıtın vermiştir.[23]
Açıklama aracı olarak dilin önemini suç hukuku alanında bir örnekle açıklayarak bu konuyu bitirmek yerinde olacaktır. İnsan öldürmenin türevi olan nitelikli biçimlerden biri de, bu suçun, 1926/765 sayılı Eski Türk Ceza Yasası’na göre “canavarca bir his sevki ile”, 2004/5237 sayılı Yeni Türk Ceza Yasası’na göre “canavarca hisle” işlenmesidir. İki anlatım da özünde özdeştir. İkisinde de anahtar kavram, “canavarca” sözcüğüdür. Peki, ne demek “canavarca hisle” ya da “canavarca bir his sevki ile”? Bunu kavrayabilmek, tanımlayabilmek için köken bilgisine (etimoloji) başvurulduğu, sözcüğün kökenine inildiği zaman insanın kafasında şimşekler çakmakta, kavram cam gibi saydamlaşmaktadır. Zira Eski Türk Ceza Yasası’nın kaynağı olan İtalyan Ceza Yasası’nda bu terimin karşılığı “per solo impulso di brutale malvagità”dır. Bu anlatımda ise anahtar sözcük, elbette “brutale”dir. “Brutale”[24] sözcüğünün kökenine inildiğinde “Brutus” sözcüğüyle karşılaşılmaktadır. Demek, yasalarımızda “canavarca duyguyla insan öldürme” olarak çevrilen metnin aslı, “Brutus biçiminde öldürme”, doğru çeviriyle “salt kalleşlik (yabanıl, acımasız, vicdansız, zorba kötülük) dürtüsüyle insan öldürme”dir.
Sözcüğün bu serüveninden bütün ülkede hukukun tek biçimli uygulamasına temel olacak örnek bir tanımı ortaya çıkmaktadır: “Canavarca his (doğrusu: kalleşçe duygu), toplum bilincinin ve ahlakının tepkisini çeken, amaçladığı neden ile yol açtığı sonuç arasında nicelik açısından belirgin bir orantısızlık sergileyen, her tür bulguyla kanıtlanabilen ve özünde hoyrat ve yabanıl kötülük eğilimi taşıyan ruhsal bir dürtüdür / içtepidir.”[25]
Sağlıklı yasal düzenlemeler yapmanın ve yukarıda sergilenen türden yanlışlıklardan kurtulmanın yolu, hiç kuşkusuz Avusturya gibi kimi ülkelerde görüldüğü üzere, yasa düzenlemelerinde dil bilginlerinin de hazır bulundurulmasıdır.
Son olarak ekleyelim ki, bilimsel verileri ve bilgileri başkalarına aktaran bilim dili ile sanatın dili elbette birbirinden ayrıdır. Bilim dili, kavramlara dayanır, sanatın dili ise simgelere. Dolayısıyla bilim dili ile sanatın dili özünde birbirlerine çevrilemez.[26]
Özetle sözcüklerin, kavramların, söylemlerin saydamlığı, zengin, kesin, açık ve ortak bir dil gereksinmesini zorlamaktadır. Kuşkusuz hiçbir bilim, felsefe de, toplumbilim de, hukuk da, kılık değiştirerek (tebdil-i kıyafet) dolaşmaz, dolaşamaz. Bulanık, çok anlamlı, belirsiz sözcüklerle bezeli ve çarpıtmalara kaynaklık eden bir dille sağlıklı sonuçlara ulaşmak, bir düştür.[27] Açıklık, filosofun bir lütfu (Ortega y Gasset) değil, gerçeğin vazgeçilmez koşuludur. Ancak, düşüncelerin kelebeğini canlı yakalamak ve rengârenk kanatlarına zarar vermemek için felsefede sözcükler incelikle kullanılmalıdır.[28] Elbette yalnız felsefede değil, bütün bilimsel etkinliklerde, özellikle kavramlardan oluşan hukukta da. Özellikle felsefe, bilim ve hukuk insanları şunu unutmamak zorundadırlar: “Yanlışın eleştirisi, dilin eleştirisiyle başlar.” Reichenbach, bu temel ilkeyi kitabına daha önce ünlü bir düşünürden aldığı ünlü sözleri dile getirdikten ve “(…) sözcüklerini her tümcesi anlamlı olacak biçimde kullanma eğitimi almış bir bilim insanını göz önüne alın. Önermelerini öyle oluşturur ki, onları doğrulama olanağını sürekli elinde tutar. Kanıtlandıkları zaman uzun akıl yürütme süreci onu rahatsız etmez; soyut düşünmekten korkmaz. Ancak bilim insanı soyut düşüncesi ile gözlerinin, kulaklarının ve parmaklarının dokunuşu sayesinde aldığı duyu verilerinin birleşmesini amaçlar” dedikten sonra şu soruyu sorar: “Böyle bir bilim insanı yukarıdaki alıntıyı okuyacak olsa ne der acaba?”[29]
Tam da bu noktada Türk felsefesi ve bilim için önemli bir konuya değinmekte yarar vardır.
Gerçekten bu açıdan ülkemizin durumu düşündürücü ve üzücüdür. Türk felsefesine büyük katkılarda bulunan merhum bir düşünürümüz, bizdeki ve Doğu ülkelerindeki durumdan özetle şöyle yakınmaktadır:[30] “Düşünmesini öğrenen bir kimsenin ayrımına varacağı gibi, Osmanlıca (Osmanlı Türkçesi, S. Selçuk), düşünme ve anlamayı sınırlayan basmakalıplarla doludur. Basmakalıplaşmış (ezber) bir dil, felsefe (ve elbette bilim) için en elverişsiz dildir. Çünkü bir dil basmakalıplaşınca, düşünme eksikliğini de birlikte getirir. Düşünme kısırlaşınca dil gelişemez, yoksulluk başlar. Artık düşünme ve dil yoksulluğu, at başı basmakalıpların içine dalar, aynı yerde dolanıp durur. Kavramlar, anlamları açıkça görülüp anlaşılmadan yan yana dizilir. O zaman (yani düşünürün yapıtını yazdığı tarihte) Osmanlıcanın içinde bulunduğu durum buydu. Düşünme ve dil bağımsızlığını yitirmiş, gelişme yolları tıkanmıştı. Cumhuriyetle Türk ulusu siyasal bağımsızlığına kavuşmuştu. Ancak bağımsızlık bir bütündür; devrimler bu bütünlüğü sağlayacaktı. Dil devrimi ile Türk dili bağımsızlığa kavuşmalıydı.”
Düşünürümüz, bu düşüncelerle kaleme aldığı doçentlik tezinin o dönemin kürsü başkanınca reddedilmesi yüzünden dolabında 35 yıl kilitli kaldığını, düzeltmelerin araya girdiğini ve ancak 38 yıl sonra basılabildiğini belirtmekte ve haklı olarak bundan yakınmaktadır.
Düşünürümüz çok haklıdır. Ana dilin dehasından yararlanmamanın bilim alanımızdaki türden çarpıcı sonuçları ortadadır. Felsefesiz bir bilim ya da hukuk, ruhsuzlaşır, cansızlaşır, özsüzleşir. Geriye kalan iskeletin adı, tekniktir. İskelet ya da teknik ise, insancılığa ve insancı dünyaya bütünüyle yabancıdır; insan yabancılaşmasının başlıca nedenidir.
Bu yüzden her şeyden önce bilim dilinin söylemine (discours) eğilmekte, bir başka anlatımla bilimsel açıdan kuram, öğreti, örneksem, dizge, kavram(laştırma), terim, kaps(l)am, içlem ve tanım(lama) sözcüklerinin anlamlarını belirlemekte yarar vardır.
Özetle düşün özgürlüğünün bütünüyle geçekleşmesi için ana dilimizi varsıllaştırmak zorundayız.
[1] Foucault, Michel, (Mehmet Ali Kılıçbay), Kelimeler ve Şeyler, Ankara, 2006, s. 20, 21.
[2] Urhan, Veli, Foucault, İstanbul, 2010, s. 57.
[3] Benzer görüş için bkz. Uygur, Mermi Kültür Kuramı, İstanbul, 1996, s. 13, 17.
[4] Reichenbach, Hans, (Cemal Yıldırım), Bilimsel Felsefenin Doğuşu, İstanbul, 1981, s. 12.
[5] Deutscher, Guy, (Cemal Yardımcı), Dilin Aynasından Kelimeler Dünyamızı Nasıl renklendirir? İstanbul, 2013, s. 9, 11-14.
[6] Deutscher, s. 233.
[7] Ayrıntılı bilgi için bkz. Koselleck, Reinhart, (Eylem Yolsal Murteza), Kritik ve Kriz: Burjuva Dünyanın Patolojik Gelişimi Üzerine Bir Katkı, İstanbul, 2012‹›× .
[8] Kojève, Alexandre, (Selahattin Hilav), Hegel Felsefesine Giriş, YKY, İstanbul, 2020, s. 158.
[9] Gözel, Özkan, Özenin Hakikat Kaygısı, İstanbul, 2017, s. 95.
[10] Cornforth, Maurice, (H. Selman), Bilgi Teorisi, İstanbul, 1995, s. 61.
[11] Mevlana’nın özgün sözleri şöyledir: “Bizim sohbetimiz nisan yağmuruna benzer. Balığın ağına düşerse inci olur. Yılanın ağzına düşürse zehir olur.”
[12] Ayrıntılı bilgi için bkz. von Humboldt, Wilhelm, (sunan: Jacques Dewitte), Le prodige de l’origine des langues, Paris, 2016; Akarsu, Bedia, Dil-Kültür Bağlantısı, İstanbul, 1998.
[13] Kula, Onur Bilge, Dil, İnsan Gönlünü Betimler, Cumhuriyet Kitap, 25.4.2019, sayı n. 1523, s. 6.
[14] Çapan, Cevat, “Ben Bir Muştucuyum”, Cumhuriyet Kitap, Anise Koltz, (Aytekin Karaçoban), 25.4.2019, sayı n. 1523, s. 16.
[15] Gözel, Özkan, Öznenin Hakikat Kaygısı, Felsefî Denemeler, İstanbul, 2017, s. 84, 85; Rüthers / Fischer / Birk, Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 39.
[16] Gözel, Özkan, Öznenin Hakikat Kaygısı, İstanbul, 2017, s. 83.
[17] Ülkemizde çarşıda, pazarda, bankada, hatta okulda bile hiç kimse Türkçe konuşmuyor, yazmıyor. Türk insanı, İngilizce kırması bir Türkçe, deyim yerindeyse Türkilizce (?!) konuşuyor. “Problemi solve ya da postpone ediyor”, “parayı efete yapıyor”. Okulda öğrenciler, sokakta insanlar, “I’m sorry, take care of yourself, how is it going, you are very special, no problem, hit, klip, singıl, remiks, talk show, stand up, anchorman, süper star, mega star, dayrek dırayv, okey kanka, you know” gibi sözcüklerle konuşuyorlar. Türklerin çoğu “günaydın”, güzelim “gül” kökünden türetilen “güle güle” demeyi çoktan unutmuştur. Birbirini “haay” diye karşılıyor, “baay baay” diye uğurluyor. Hepimiz restaurant’lı, boutique’li, hôtel’li yollarda, kaldırımlarda, bağışlayın tretuvarlarda (doğrusu trotuvar) yürüyoruz. Galleria ya da Nex level’in office’lerinde yazılar döktürüyor ya da concept’ler yaratıyor, center’larda turnike’lerle dolaşıyor, gezinomi’ler sayesinde avantage’lar sağlıyor, en güzel location’lara yerleşiyoruz. Kimimiz helaya, kimimiz tuvalete gidiyoruz; kimimiz kuaförde saç taratıyor, kimimiz pedikürü savsasak bile, manikürcüsüz edemiyoruz. Kimimiz laboratuvarda etüt, kimimiz bibliyotekte röşerş yapıyoruz. Kimimiz şömine önünde robdöşambr ile ya da pijamayla keyif çatıyor; kimimiz yönetime, kimimiz administrasyona başvuruyor, çağ atlayan Türkiye’mizde transformasyona uğramakla övünüyoruz. Bilim insanı unvanlı kişiler, geleceğin hukukçularını “gayri liberalizm”, “cezaya layıklık”, “muhtaçlık, muhtemellik, mümkünat teorisi”, “garantörsel suç” gibi yapım yanılgısıyla sakat, kullanımı bozuk sözcüklerle yetiştiriyoruz. En güzel caddelerdeki dükkânların adlarına bakınız. Yüzde sekseni yabancı dil ile yazılmış. Dahası Türkçe olan sözcüklerin bile yabancı abece (alfabe) ile yazıldıklarını görürsünüz. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Selçuk, Önce Dil, Ankara, Bilgi yay., 2019; Selçuk, “Şeref” Sözcüğünün Yerine “Özsaygı”, Türk Dili dergisi, Şubat 2019, s. 4-8; Beyaz, Hukuk Dilinin Kirlenmesi ve Garantör, Garantörsel, Garantörsellik Terimleri Üzerine, Türk Dili Dergisi, Haziran 2019, s. 70-78).
[18] Dolu, Osman, Suç Teorileri, Teori, Araştırma ve Uygulamada Kriminoloji, Ankara, 2010, s. 47-49.
[19] Wittgenstein, Ludwig, J. Johann, (Doğan Şahiner), Kesinlik Üstüne, Kültür ve Değer, İstanbul, 2013, s. 120.
[20] Deny, Jean, (Ahmet Benzer), Türk Dil Bilgisi, İstanbul, 2012, s. xıv, xv. Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkçe’nin ilk dil bilgisi kitabı, Bernard de Paris ve Pierre d’Albeville tarafından yazılan ve 1667’de Paris’te yayımlanan “Grammaire turque” adlı yapıttır. Bunu 1736’da İstanbul’da basılan J. B. Hordermann’ının yapıtı; Besse tarafından yazılan ve 1829’da Budapeşte’de basılan “Abrégé de la langue turque”; Jean Deny’nin 1921’de Paris’te basılan “Grammaire turque” adlı yapıtları izlemiştir.
Ayrıca bkz. www.tdk.gov.tr/images/css/TDD/1975s281/1975s281__01_O_TUTENGIL.pdf
[21] Örnekler için yukarıdaki yapıtlarımıza bakılabilir.
[22] Sözgelimi, Dönmezer/Yenisey, Karşılaştırmalı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ve 1999 Tasarısı Gerekçeleri, İstanbul, 1999, s. 393.
[23] Atatürk’ün dil devriminden de esinlenen Fransa, 31.12.1975 tarih ve 1349 sayılı Dili Koruma Yasası’nı (Bas-Lauriol Yasası) çıkarmış, Fransız Yargıtayı 20 Ekim 1986 tarihli kararında bu Yasa’nın tüketicileri ve Fransız dilini korumayı amaçladığını belirtmiştir. Bu hukuksal düzenlemenin getirdiği başarılı sonuç üzerine daha sonra Fransa, Eski Yasa’yı yürürlükten kaldırmış, daha ayrıntılı bir yasal düzenleme yapmıştır. Fransız dilinin kullanımına ilişkin 4 Ağustos 1994 tarihli ve 94-665 sayılı bu Yasa’nın üç temel amacı bulunmaktadır: Birinci olarak Fransızcanın geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi, ikinci olarak kullanımının zorunlu kılınması, üçüncü olarak Cumhuriyetin dilinin korunması. Bu Yasa’nın uygulanmasıyla ilgili Tüzük 22 Mart 1995 tarihlidir. Bu Yasa’ya göre, Fransa’da Fransız özel ya da tüzel kişilerince düzenlenen toplantılarda, toplantı öncesi ya da sonrası izlencelerde, kamu hizmeti yapan ya da kamu yardımından yararlanan bir özel kişinin kaleme aldığı duyurular ve bildirilerde bile Fransızca kullanılması zorunludur. Dil konusunda Fransa yalnız değildir. Portekiz Ticaret ve Endüstri Bakanlığı 10 Temmuz 1986’da ülkede Portekizce kullanımını zorunlu kılmıştır. Jura Kantonu dil konusunda bir yasa hazırlanması için resmî bir kuruluş oluşturmuştur. Meksika hükûmeti, İngilizce kırması İspanyolcaya (Spanglizce) karşı yoğun bir karşı etkinlik başlatmış, dükkânlarda kullanılan İngilizce ilan ve adlara karşı halkı uyarmış, 1981’de “İspanyol Dili Bakanlıklar Arası Yarkurulu”nu kurarak durumu denetim altına almıştır. Belçika’da Temmuz 1978 buyrultusu, Fransa’daki Bas-Lauriol Yasası doğrultusunda hükümler getirmiş, 25 Şubat 1985 tarihli buyrultuyla bu ülkede “Fransızcayı Koruma Birliği” kurulmuştur. Yunanistan ve İsrail, ana dili zorunluluğuna belli alanlarda uyulmamasını hukuksal yaptırımlara bağlamıştır. Danimarka ve İsveç, ana dillerini korumak için parasal zorlayıcı önlemleri (astreinte) öngören yasal düzenlemeler yapmıştır. İsveç’te, Kamu Denetçisi (ombudsman) ve Tüketim Politikaları Ulusal Yönetim Genel Müdürü dile ilişkin düzenlemelerin uygulanmasını denetlemekte ve uymayanlara karşı ticaret mahkemesinde davalar açmaktadır. Finlandiya, Avusturya ve Dominik Cumhuriyeti’nde de benzeri etkinlikler görülmektedir. Bu ülkeler, ayrıca halk haberleşme araçlarında da ana dili kullanılması zorunlu kılınmıştır. Böylece hem tüketicilerin aldatılmaları önlenmiş, hem de ana dili korunup geliştirilmiş olacaktır. Bu konuda geniş bir düzenleme yapan Québec, 26.8.1977’de, 31.7.1974 tarihli Resmî Dil Yasası’nın yerine 101 sayılı Yasa’yı benimsemiştir (Ayrıntılı bilgi için bkz. Selçuk, Sami, Önce Dil, İmge Yayınları, 3. Bası, Ankara, 2019). Hepimiz toplumbilimci ve iktisatçı Gerhard Kessler’in şu sözlerini de aklımızda tutalım: “Dili gereksiz yabancı sözcüklerden arındırmak; tıpkı vücudunu, vicdanını, evini, köyünü ve kentini temiz tutmak gibi ahlaksal bir ödevdir.” Wilhelm Humboldt’un kendisi gibi ünlü şu sözlerini de bir yere yazalım: “Bir ulusun gerçek yurdu onun dilidir. Dil ulusal dileği belirten güçlü bir varlıktır. Ulusal dil yok olunca, ulusal duygu da çok geçmeden yok olabilir.”
[24] Bu İtalyanca sözcüğün karşılıkları sırasıyla Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Portekizcede “brutal” olarak kullanılmaktadır.
[25] Ayrıntılı bilgi için bkz. Selçuk, Sami, Önce Dil, s. 11-67; Dilin gücü, Hukuk Dilindeki Karmaşa ve Türkçeyi korumak, Türk Dili Yılı Armağan Kitabı, TDK, Ankara, 208, s. 199-209, 2017; Adalet ve Yaşayan Hukuk, Karşılaştırmalı Hukuk Açısından Canavarca His Sevkiyle İnsan öldürme, Ankara, 2009, s. 415-436; Erman, Sahir/Özek, Çetin, Kişilere Karşı Suçlar, İstanbul, 1994, dipnot n. 39.
[26] Atiker, Mustafa, Örneklerle Modern Türk Edebiyatının Felsefe Temelleri-V, Türk Dili, Şubat 2019, s. 22 vd.
[27] Honer/Hunt/Okholm, s. 27, 70-79.
[28] Martí-Ibáñez, Félix, (Hamide Koyukan), Felsefe Öyküleri, Ankara, 2018, s. 9, 11.
[29] Reichenbach, s. 12.
[30] Mengüşoğlu, Takiyettin, Fenomenoloji ve Nicolaï Hartmann, İstanbul, 1976, s. VI, VII.
Prof. Dr. Sami SELÇUKEski Yargıtay Birinci Başkanıİ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi