... kalabalığın önünde yavaş yavaş üstündekileri çıkarır, huzur dolu adımlarla kıyıya yaklaşır, ve dalgaların köpüklerine bırakır kendini. Bir süre sonra görünmez olur göze, ufukta kaybolur denizle birlikte. Döndüğünde artık o bir deniz perisidir, sırılsıklam saçlarından akan su, biçimli baldırlarından dökülür, topuklarını yıkar, kıyıya toplanır herkes yine, onun denizden çıkışını seyretmeye. O karşılayanları selamlarcasına pozunu alır bir süre. Vücudunu bir yandan ötekine göstererek, uzun boynu, yuvarlak omuzları, yumuşak kolları, geniş alnı, kalın kaşları, büyük gözleri, dolgun yanakları, dudakları, ve gögüsleri... hele gögüsleri gökyüzünde sürekli ışıldıyan yıldızına dönüktür hep, göbeği yastıklı, kavisli kalçası, diri kabaları, pürüzsüz sırtı...
Kendimi bildim bileli, Ege’nin güneşi ısıttıkça kayaları, o, kimi zaman kara toprağın altından, kimi zaman yeşil tepelerin içinden, kimi zamanda berrak gökrengi sularından tadına doyulmaz denizin üzerinde altın huzmeleriyle pırıldadığında kuytuda derinde beyaz mermer vücutlarıyla yatan güzeller güzeli nice aşk tanrısını gün yüzüne çıkardı. Köpük, Kitera, Kuranya, İştar, Venüs, Afrodit... Kitralı, Kıbrıslı... Giritli... Zeus’un kızı... anası Hera... Rodos körfezinden, Milo’dan...
Gece yüzersen o denizin içinde, etrafını saran pırıl pırıl yakamoz onun ışığıdır, bakmayan gözlerinin, kendi kendine yeterli halinin sırrı. Helen gökkuşağına kendini astığında, vahşi savaşlara ve nice hırsızlara gögüs geren, çağlar boyu kimi zaman lahitlerin içinde, kimi zaman kuyuların dibinde, kimi zaman tuzlu suların dibinde mağaraların içinde ya da derinlerde bembeyaz kumun üzerinde, sakin, fikirleri kırılmadan, durgun ifadesi bozulmadan sürekliliğini korur. Afrodit ince ince yaşar denizinde.
Köpüklenir, çoşkuyla kabarır Ege, çağlar boyu yatağında uyuttuğu güzeller birbir yükseldikçe gün yüzüne, tuzuyla kristalleşen mermer şeffaflaştıkça daha da mükemmelleşir tanrıça. Seyredenleri çekip küçülterek karşısında.
Bunların en ünlüsü, halen Louvre müzesinin en kıymetli hazinesi, Milo Venüs’ü. Girit’in kuzeyindeki Ege adası Milo’nun harabeleri arasında bulunduğunda dünyanın “aşk ve güzellik tanrısı” iken müzedeki sanat tanrısı tahtına yükselişi 1820’li yıllara ait bir hikaye. Bir Mayıs sabahı Milo’nun köylülerinden Yorgo’nun saban demiri bulur onu. Toprağın altından çıkan büyük bir odada bedeni iki parça halinde, kolsuz olarak. 1815’de Venüs’ünü İtalya’ya geri vermek zorunda kalan Louvre müzesi ve Fransız hükümeti o sırada Osmanlı yönetimi altındaki adadan heykeli satın alır. Heykel 1831’de Louvre müzesine yerleşir. O günden sonra sadece aşk ve güzellik tanrısı değil aynı zamanda sanatın tanrısı haline gelir. Prusya işgali, Paris Komünü ve dünya savaşları sırasında dikkatle korunur.
Her ayrıntısından yığınla sanat eseri doğar. Dünya sanatının tutkusuna dönüşür. En çok tartışılan konu olmayan kollarıdır. Kimilerine göre elinde Havva ana gibi bir elma vardır erkeği ilk günaha çağrırken. Kimileri eline bir ayna tutuşturup onu kendini beğenmiş bir narsist diye düşünür. Kimileri kollarında Meryem misali bir bebek hayal eder. Elinde bir vazo ya da amfora düşler kimileri.
Yirminci yüzyıl başında sanat dünyası Milo’lu Venüsü tartışmaktan yorgun düşer, kimileri bir an önce onu restore edilip bu sonsuz tartışmanın bir sonuca varması gerektiğini savunur. Louvre müzesi websitesi kayıp parçaların heykelin kimlik tespitini zorlaştırdığını vurgular. Acaba Artemis mi Danaid mi? Yoksa çıplaklığı ve vücudunun hatlarındaki yumuşaklık sayesinde sanat severlerin tercihi Afrodit mi?
Bu hafta Amerikalı bir araştırmacı üç boyutlu çalışmasıyla Milo’lu Venüs’ün sadece kollarını değil kimliğini de tespit ettiğini öne sürdü. Araştırma Venüs’ün olmayan kollarıyla iplik gerdiği iddiasında. İplik germek basitinden bir tekstil işçiliği değil eski dünyada. Yunan seramiklerindeki çizimlerin de gösterdiği gibi, iplik germek müşteri bekleyen fahişelerin işi.
Venüs o. Mezopotamya’da İştar, Sümer, Babil ve Palmira’nın 4300 yıllık efsanesi. Fahişelerin Anası, aşk ve güzellik tanrısı. Aşkı sanat, sanatı aşk. Dünyanın ilk şairi, Ur prensesi Enheduanna’sı o. Gılgamış destanında ormandan çıkmış vahşi adamla sevişip onu insan haline getiren tanrıça o. Onun sayesinde öğrendi çevresini içinden tanımayı insan. Sanatı öyle yarattı aşk, aşkı öyle yarattı sanat. Geçmişte geleceği, gelecekte geçmişi gösteren dansında onun kavelyesi oldu zaman. Artık bir kere Venüsle yaşadı ya adam, kaderi yarasını taşımak dünyanın sonuna kadar.
www.sebnemsenyener.com