ŞEHİR TELLALI New York - Londra - Roma |
Barış sessizliği, Sahra’da kabileler barıştığında duyulan sessizlik. Onu akşam çöktüğünde bir koyda demirleyen teknenin yelkenlerini indirdiği andaki sessizliğe benzetir “Küçük Prens”in yazarı, gazeteci, şair, posta ve ikinci dünya savaşı Fransız istihbarat pilotu Antoine de Saint-Exupery. Barış sessizliği, güneşin düşünceyi ve hareketi tümüyle durdurduğu öğlen sessizliğinden farklıdır. O da kum fırtınası öncesinde, vahalardan, önüne sinekleri katıp esen kuzey rüzgârının sahte sessizliğinden farklıdır. Bir de kazanların buharının sessizliği vardır Sahra’da. Onu, gün batımında uzak kabilelerde kaynayan kazanların ufukta sessiz tüttüğünü seyredenler bilir. Gizemli sessizlik vardır. Bir araya toplanıp aralarında anlaşılmaz bir çöl lisanıyla bir şeyler fısıldaşıp duran Arapların arasında. Gergin sessizlik vardır. Habercinin dönüşü geciktiğinde çöker insana. Keskin sessizlik vardır hani nefesini tutup dinlersin onu. Hele özlemin sessizliği der Saint-Exupery, özlemin sessizliği, insana sevdiğini hatırladığı anlarda çöken. Sessizlik birbirine benzemez!
New York’ta uzun süre yaşayan birinin sessizliği unutması doğal. Her konuda kendine güvenli, iş bitirmeye odaklanmış, durmadan çalışıp duran bu şehrin meziyetlerinden biri değil sessizlik. Sessizliği uzun yıllar sonra, 11 Eylül saldırısının ardından, Atlantik kıyısında tarihi mısır ambarı yazlığa taşındığımızda hatırladım. İlk gece taşınma yorgunluğu içinde yatağa uzandıktan sonra sabah günün aydınlığına gözümü açtığımda. Kulaklarım sayesinde. Onlar da kalbimle birlikte uyuyup uyandığında o sabah. Okyanusun sessizliği gecenin üstünden çekildiğinde. Gözlerim yerine kulaklarım bakıyordu o sabahın güneşine koca deryanın üzerinde.
O sabah okyanusun Sahra’ya benzediğini öğrendim. Bir fenerden ötekine mesafeli, iki kutbun çekimi arasında yolu yıldızlarla çizili. Okyanusun da gecesi Sahra’nın ki gibi. Karanlık bastığında yerle gök bir kara perde gibi gerildiğinde gözün önüne, yıldızlar bulutların arkasına sakladığında okyanusta da her sessizlik birbirinden farklı. Kıyıda dev çınarın sessizliği var, gölgesini sakladığı araziyi bekleyen bekçi gibi bir uykusuz sessizlik. Kıyıda denizin yıkadığı taşların sessizliği var ıslak, kaygan. Sudan usul usul başını çıkaran fok balıklarının sessizliği var, bıyıklı. Daireler çizerek yayılan bir sessizlik var ki suyun üzerinde, suya düşen taşın yakamozlarla pırıldayan harelerinde. Çakan sessizlik var, ufukta. Aniden. Bulutları bir anlığına aydınlatarak görünüp kaybolan şimşeklerde. Yağmur sessizliği var, yağmur arifesinde komşu tarlalardan ıslak çimen kokusunu taşıyan rüzgarın esintisinde. Ayın sessizliği var. Bir de yıldızların. Hava bulutlu değilse göz kırpışarak kayıp giderken kimi. Hepsini bastırır okyanusun ki. Ağır, kocaman gövdesiyle yer küreyi içine çeker onun sessizliği. Sessizliklerin anası o. Hiç birine benzemez.
Her sessizlik odaklıdır. Pırıl pırıldır. Muğlak ya da bulanık asla değildir. Aynı yörüngesinde seyreden yıldızlar gibi kesindir. Her sessizlik mesafe hesabı mükemmel bir harita gibidir. Görmenin ve işitmenin mümkün olmadığı ortamda, uçurum boşluğunda yolu doğru tayin eden mihenk taşlarıdır hepsi.
Çölün, okyanusun ve gökyüzünün sırrını fısıldar Saint-Exupery’nin kulağına. Mülteci kampları, açlık, bombalanan, ölüme gönderilen, köleleştirilen, evi tarlası işi elinden alınan, yerinden yurdundan, kimliğinden olanlarla, yok edilen, imha edilenlerle ağını ören savaş uçurumunda iki kutbun çekim gücünde odaklı kalma yolunun sırrı. Dostlardan oluşan sınırsız bir imparatorluk örer kayıpların çevresine. Hayatta ya da ölmüş dostlardan oluşan hakiki memleket. O gün bugündür göçebe değildir o. Bir seyyahtır sadece. Dostlarına odaklar kendini, yolunu hep bulur. Nereye ve niçin döneceğini bilir. Suriye üzerinde uçtuğu sırada uçağı düşürülen, son kaybettiği dostu Guillaume’u düşündüğünde onu saran sessizlik hüzün sessizliğidir. Tabağını masadan kaldırır onun. Gelmeyeceğini bildiği halde ona yokmuş muamelesi de yapmaz. Onu ölen dostlarının arasına yerleştirir.
Jura’daki dağ evine sığınan Leon Werth ise hayattaki dostudur. Her uçuşunda onun yaşadığını bilmenin güveniyle uçar:
“Esas mesele,” diye düşünür, “esas mesele dostlarımızla yaşadıklarımız, aile eğlencelerimiz, hatıralarımızı barındıran evimizle birlikte her şeyin yerleştiği ... O sınırları olmayan dostluk imparatorluğu. Orada uzaklarda bir yerde olsan da anayönün belli hep... Nereye nasıl döneceğin de...”
O zaman çöl artık çöl değil, şehirden çok daha canlı bir merkez. Şehir ise karanlık bir çölden farksız caddelerinde yığınla kayıp.