Önceki yazımda belirttiğim gibi, İngiltere'nin III. Murat'tan aldığı "ahitname" ile Fransa'nın Osmanlılardaki ayrıcalıklarının tekelini kırması ardından, işi sağlama bağlama ve iki ülke arasındaki dostluğu geliştirmek düşüncesiyle Kraliçe I. Elizabeth Konstantiniyye'ye ilk kez yerleşik bir büyükelçi atama kararı almıştı. Görevlendirilen William Harborne'u, Kraliçe tarafından gönderilen muhteşem hediyeler ve maiyetiyle birlikte taşıyan "Susan" gemisi 1583 baharında İstanbul sularına girdiğinde Padişahı top atışlarıyla selamlamıştı. Nihayet 4 Mayıs 1583 günü Sultan'ın huzuruna çıktığında sunduğu "itimatname" niteliğindeki mektupta deniyordu ki:[1]
"En şanlı ve yenilmez Prens, Türkiye ülkesinin en kudretli hâkimi ve Doğu İmparatorluğunun Hükümdarı Sultan Murad Han'ın, bizimle bir ittifak, bir dostluğa girdiğini (ki biz bunu kendi namımıza ve üzerimize düştüğü kadar bütün gelecek zamanlar boyunca ciddiyetle ve ona herhangi bir halel getirmeksizin koruma sözü veririz) ve şanlı İmparatorluğunun her tarafında uyruklarımıza serbest dolaşım hakkı verdiğini bilerek… şunu bilesiniz ki kendi devlet adamlarımız içindeki şerefli kişilerden biri olan pek sevdiğimiz hizmetkârımız William Harebrowne hakkında, bize ve hizmetlerimize karşı gösterdiği seçkin kişilik, sadakat ve sahip olduğu akli yetenek ve deneyim üzerinde iyice düşünüp de yeterli bulmakla, işbu sunuş sözleriyle onu, yukarıda anılan ittifak ve dostluğu yeniden ifade etmesine, sorumlulukları üzerine almasına ve bunları yetkisinde bulundurmasına onay vererek ve Majestelerimizin kendisine tanıdığı yetkilerle ve İmparatorluğunuzun herhangi bir kıyı ya da eyaletinde ticaret ve alışveriş yapan bütün ve her bir uyruğumuzla ilişkide bulunduğu ve anılan imtiyazların hükümlerine sadık kaldığı müddetçe, uyruklarımızı yönetmek ve onlara emretmek üzere işbu emirle kendisini bizim gerçek ve kayıtsız şartsız sözcümüz, mümessilimiz, vekilimiz ve temsilcimiz olarak tayin ettik… Bizim Sözcü ve Temsilcimizin yetkileri çerçevesi içinde kendi kanunlarımızca uygun görülmeyen veya onlara zıt bir fiil işlemesi halinde, kendisine karşı bir Prens'in sözlerine uygun olarak yapılacak işlemin tarafımızca kabul, tasdik ve geçerli sayılacağını teminle söz veririz. İsamızın yılı 1582'nin Kasım ayının 20. günü ve Hükümdarlığımızın 24. yılında Windsor Şatomuzda ferman edilmiştir."[2]
Osmanlı Sarayı William Harborne'u bağrına basarken, daha önceden gelip Payitaht'a yerleşmiş büyükelçiler tarafından pek hoş karşılandığı söylenemez. Özellikle Fransız Büyükelçisi Lancosme Senyörü Jacques Savary onu devamlı "ne büyükelçisi!" "tüccar", "korsan" gibi sıfatlarla aşağılayacak, küçümseyecekti. Umurunda değildi ama bunlar Harborne'un. Nitekim çeşitli yollarla kendisine ulaştırılan bütün tehditlere rağmen diğer yabancı temsilciliklerin bulunduğu Pera semtine yerleşmeye karar verecekti. Kendisi esasen birkaç yıl öncesinden ünlü İngiliz tüccar ailelerin mallarına pazar bulmak üzere Konstantiniyye'ye gelerek, hiçbir resmi hüviyeti olmadan devlet ileri gelenleri dahil pek çok güçlü ve etkili kişiyle yakın ilişki kurmuştu. Esasen İngiltere'nin III. Murat'tan aldığı "ahitname"nin ardındaki gizli güç de oydu ve şimdi âdeta ödüllendirilerek I. Elizabeth tarafından ilk yerleşik büyükelçi olarak atanmıştı.
Harborne'un Pera'da kiralayarak beş yıldan fazla oturduğu ve hem tüccar hem de büyükelçi olarak faaliyet gösterdiği binanın "Rapamat Malikânesi" olarak adlandırıldığı biliniyor da bunun tam nerede, nasıl bir bina olduğunu bütün araştırmalarıma rağmen bulamadım ne yazık ki!
Harborne görevini tamamlayıp İngiltere'ye döndüğünde yerine büyükelçi olarak atanan Edward Barton Türkleri yakından tanıyor ve iyi Türkçe konuşuyordu. Nedeni de sonradan Levant[3] Şirketi (Levant Company) adını alacak olan Türkiye Şirketinin (Turkey Company) 1581'den beri Başkanı olması ve İzmir ve İstanbul'da uzun süredir yaşamasıydı.
Dizanteri sonucu İstanbul'da ölen, cenazesi önce Heybeliada'ya gömülen, çok sonraları da Haydarpaşa'daki İngiliz Mezarlığına taşınan Edward Barton'un ardından Konstantiniyye'ye atanan çok sayıda İngiliz büyükelçinin 16. ve 17. yüzyıllarda farklı binalarda ikamet ettikleri anlaşılıyor. 18. yüzyıl boyunca ise artık sürekli olarak Pera tepesinde bulunan, İtalyan kökenli Levanten Timoni ailesine ait konağın İngiliz Büyükelçiliği tarafından kiralandığını görüyoruz. Bu ailenin bazı üyeleri art arda İngiliz Büyükelçiliği dragomanlığı görevini üstlenirken, Alexandre Timoni, Boğaziçi ve İstanbul üzerine değerli kitaplar kaleme alan bir yazar, Oxford ve Pardu üniversitesi hocalarından Emmanuel Timoni ve oğlu Antoine Timoni ise Avrupa'da çiçek aşısının kabul görüp yayılmasına öncülük eden hekimlerdi.
1789'da yeni İngiliz Büyükelçisi Kont Thomas Bruce Elgin'in Konstantiniyye'ye geldiğinde kullanılan Timoni konağını çok yıpranmış bulması ve yeni bir bina edinmek ya da inşa etmek üzere Londra'dan izin koparması bu kentteki İngiliz temsilciliği açısından bir dönüm noktası olacaktır. Tahtta bulunan III. Selim, özellikle Nil (Abukir) Savaşında Napolyon'un yenilmesinde önemli katkıları olan İngilizleri hoş tutmak arzusuyla, kendisinden bir sefaret binası isteyen Elgin'in talebini tereddütsüz kabul etmiş, mevcut konağı ve arazisini derhal Timoni ailesinden satın alıp İngilizlere hediye etmişti. Ama dedik ya, Elgin çok daha büyük, yeni bir bina istiyordu. Onu mu kıracak Selim, bu defa kendisine 11 bin İngiliz Sterlingi ve aynı zamanda etraftaki arsaları satın alıp araziye istediği kadar büyütme yetkisi verecekti.
Artık hazırdı Elgin. Önce İngiltere'de ailesinin yeni ikametgâhının tasarımını yapmış olan mimar Thomas Harrison'a binanın hemen hemen bir kopyasını İstanbul için yaptıracak, ardından çok iyi tanıdığı Romalı mimari ustası Vincenzo Balestra'yı getirtip işin başına dikecekti. Yıkılmış olan Timoni konağının yerini alacak sefaret binasının temel atma töreni pek çok üst düzey Osmanlı yetkilisinin katılımıyla Ocak 1802'de yapıldığında, Padişah adına törene katılan Kaptanı Derya Küçük Hüseyin Paşa nutkunda, "İngiltere'nin Osmanlı Devletine verdiği hizmetin değerini anlatmak için yeterli kelime bulunamaz," diyecek ve Maltalı 150 köleyi İngilizlere hediye edecekti.
Elgin bir yıl sonra İstanbul'dan ayrıldığında binanın ancak kaba inşaatı tamamlanabilmişti ve sonradan çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayarak ancak 1808 yılında bitecek, hizmete girecekti.
Daha iki yıl geçmişti ki Nisan 1810'da meydana gelen İstanbul yangınında müştemilat binaları hasara uğrayacak, ana bina ise sağlam kalacaktı. Derken... günlerden 2 Ağustos 1831'di; İngiliz Büyükelçisi Sir Robert Gordon sefaret kadrosunda kim var kim yoksa Yuşa Tepesinde düzenlediği büyük bir kutlamaya götürmüş, geride sadece bir cenaze kaldırması gerektiğinden sefaret papazı Robert Walsh kalmıştı. Gerçi Walsh cenaze öncesi uzakta başlayan yangını görmüştü ama sefaret binalarına kadar uzanacağını hiç aklına getirmemişti. Cenaze törenin tamamlayıp döndüğünde karşılaştıklarını ise anılarında şöyle anlatacaktı:
"Yangın devasa bir fırın gibi gürleyerek geldi ve bizleri korkunç alevlerle sarıp karanlıklara gömdü. Ortalık biraz görünür hale geldiğinde bahçedeki bütün ağaçların ve büyük binamızın aniden muazzam alevlerle sarmalandığını gördüm. Alevler pencerelerden fışkırıyordu. Herhangi bir işe yaramamın imkânsızlığını anlamamla, benim için İngiltere'nin tüm arşivlerinden daha değerli olan kızıma sahip çıkmak üzere acilen Saray'dan fırladım. Yapayalnız ve dehşet içinde kalmış olan kızıma zor da olsa ulaştığım anda Saray'ın çatısı büyük bir gürültüyle çöktü. Muazzam alevler ve dumanların göğe yükselmesiyle, daha yirmi dakika geçmeden sarayımız yok olmuş gitmişti!"[4]
Hımmm, bu durumda İngilizlere yeni bir büyükelçilik binası gerekecek. Haftaya...
[1] Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu İngiliz Sarayı nezdindeki ilk Büyükelçisi Yusuf Agâh Efendiyi ancak 200 yıl sonra, 1793 yılında Londra'ya göndermiştir.
[2] Şefik Onat tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
[3] Geniş anlamında "Levant" günümüzde başta Türkiye olmak üzere Yunanistan, Kıbrıs, İsrail, Filistin, Suriye, Mısır, Irak ve Doğu Libya topraklarını kapsamaktaydı.
[4] Şefik Onat tarafından Türkçeye çevrilmiştir.