"Constantinopoli hiçbir konuda kuşkuya meydan vermez. En mütereddit yazar bile gerçekleri doğrular. Bu kent kimseyi aldatmamıştır; derin hatıralara garkolmuş hayranlıklar, usulen ifade edilen beğeniler değildir söz konusu olan."
Avrupalı olsun, Amerikalı olsun, biraz maceraperest ruhlu Batılı için 19. yüzyılda "dünyayı keşfetmek" niyetiyle seyahat demek, her yerden önce Osmanlı İmparatorluğu topraklarını ziyaret demekti. Süveyş Kanalı açılmıştı ama Hindistan'a ya da Çin'e ulaşmak meşakkatli bir yolculuk gerektiriyordu. Gerçi Osmanlı, orasından burasından gıdım gıdım topraklarını kaybetme girdabına kapılmıştı, ancak halen Avrupa'ya en yakın konumda uçsuz bucaksız toprakları şu ya da bu şekilde elinde tutuyordu ve 'tarih – kültür – sanat' diye Batı'nın bildiği ne varsa bu topraklar üzerindeydi. Madem bu topraklar gezilecekti, 'dünyanın merkezi', 'mistik', 'gizemli', 'büyülü', 'egzotik' gibi sıfatlarla anılan 'Constantinopolis' ya da 'Konstantiniyye'yi görmeden olmazdı elbette.
Edebiyatçı, gezgin, arkeolog, diplomat, tarihçi, subay, gazeteci, siyasetçi, avukat, tüccar, sıfatı ne olursa olsun, İstanbul'da bulunan ya da İstanbul'dan geçen yabancıların bu kent üzerine kaleme aldıkları kitapların sayısı, o günkü yayıncılık rakamları dikkate alındığında, 19. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. François-René de Chateaubriand, Alphonse de Lamartine, John Murray, Thomas Hope, Theophile Gautier ve onun sürekli atıf yaptığı Nerval, Herman Melville, Mark Twain, Edmondo de Amicis, James Porter, Walter Thornbury, Henry Layard ve eşi Enid Layard, Nicholas O'Conor, Dorina L. Neave, Samuel Sullivan Cox, Arminius Vambery, Granville Baker, Noel Buxton, Georges Dorys ve daha nicelerinin… Önemliydi bu yayınlar çünkü 18. yüzyıldan beri Batı'da moda haline gelmiş, 'söylenti' üzerine kurulu 'Oryantalizm' akımının karşısına ilk kez bizzat yere basan, gören, izleyen, yorumlayan kişilerin kaleme aldığı eserler art arda okuyucuya ulaşıyordu. Kimi İstanbul'u ve Osmanlı'yı göklere çıkaran kimi yerin dibine batıran kimi de yetiştirildiği Batı öğretileri çizgisinde kalarak daha tarafsız yorum getirmeye gayret gösteren yazarların kalemlerinden akan sözcüklerle oryantalizmin çehresi bazen değişiyor, bazen silinip anlamsızlaşıyordu.
Bu yazı dizisinde, İstanbul üzerine yazan yabancıların pek çoğunun sanki söz birliği etmişçesine ele aldıkları belirli konular, eserler, yerler, kişiler, âdetler, olaylardan oluşan bir demet sunacağım. Bu vesile ile içinde yaşayan halkın kanıksadığı, göre göre, izleye izleye zaten yorulduğu ve ilgisini kaybettiği şeylerle ilk kez karşılaşan yabancıların nasıl ve neden çarpıcı bir etki altında kaldığı da anlaşılacaktır.
Başlangıç noktamız İstanbul'la ilk karşılaşma olmalı. Nasıl gelinirdi İstanbul'a? Ya at sırtında ya atların çektiği arabalarla ya Abdülaziz'in, "Şimendifer hattı geçsin de isterse sırtımdan geçsin," sözleri üzerine Topkapı Sarayı bahçelerini delerek Sirkeci'ye kadar ulaşan trenle ya da en çok kullanılan deniz yoluyla. Genellikle İngiliz, Fransız, İtalyan ve az da olsa bazı Amerikan deniz yolu şirketlerinin önceleri posta, zaman içinde de talep arttıkça sefere koydukları yolcu gemileriyle. İstanbul'u ilk kez hissetmenin en etkileyici şekli de denizden yaklaşımdır kuşkusuz. Nitekim, yazarların çoğu bu yolla gelerek, belki Mark Twain ve burnu büyük sömürgeci İngiliz ukalalığıyla çekilmez kadın Frances Minto Elliot ile "Haddini bilmez!" birkaç başka yazar dışında hemen hepsi eserlerinde, daha uzaktan kentin büyüsüne nasıl kapıldıklarını mutlaka anlatmışlardır.
İtalya'nın ünlü romancı, şair ve gazetecilerinden olan Edmondo de Amicis'in 1874'te İstanbul'u ziyareti ardından yazdığı 'Constantinopoli' kendisinin başyapıtı ve 19. yüzyılda kent üzerinde yazılan kitapların en önemlilerinden biri olarak kabul edilir[1]. Nitekim Orhan Pamuk bu kitap için, "İstanbul üzerine yazılmış en iyi kitap," demiştir. Kitapta öyle bir giriş yapar ki, Edmondo de Amicis, sanki kendinden önceki tüm yazarları anlatacaklarına tanık göstermektedir:
"Constantinopoli hiçbir konuda kuşkuya meydan vermez. En mütereddit yazar bile gerçekleri doğrular. Bu kent kimseyi aldatmamıştır; derin hatıralara garkolmuş hayranlıklar, usulen ifade edilen beğeniler değildir söz konusu olan: Öylesine eşsiz evrensel ve özgün bir güzelliktir ki o, şair ya da arkeolog, sefir ya da tacir, prens ya da tayfa, kuzeyin oğulları ve güneyin kızları, herkes hayranlık içinde yuvarlanır gider. Dünyanın en güzel noktasıdır orası ve herkesin değerlendirmesi böyledir. Seyahatname yazarları çaresiz hisseder kendilerini."
De Amicis böyle bir giriş yaptıktan sonra her birini anarak yazarlar nasıl hissetmişler, sıralamış bize:
"Perthusiers kekeler, Tournefort lisanının yetersiz kaldığından dem vurur, Fonqueville kendini başka bir gezegene savrulmuş hisseder, La Croix şaşkınlık içindedir, Vicomte de Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrıya şükreder, Gautier gördüklerinin gerçek olduğuna inanamaz… ve hepsi görüntü üstüne görüntü biriktirir; üslupta olabildiğince harikalar yaratır ve düşüncelerini ifadede yavan kalmamak için kendilerini boşuna paralarlar. Konstantiniyye'ye girişini inanılmaz bir zihin dinginliliği ile anlatan sadece Chateaubriand'ır; ancak, gene de gösterinin güzelliği üzerinde ısrarla durmaktan geri kalmaz. Öte yandan benzer ifadeler kullanan Lady Mary Wortley Montague, arada 'belki' demekle sanki üstü kapalı bir şekilde ilk sırayı çok övündüğü kendi güzelliğine ayırmıştır!"
'Contantinopoli' 2005 yılında Umberto Eco'nun yazdığı önsözle yeniden yayımlanmıştır. Önsözünde Eco, "Kent, Hıristiyanlık karşıtı Müslümanların başkenti olunca ilk şoku yavaş yavaş atlatır (16. ve 17. yüzyıllar arası), böylelikle Constantinopolis bir ihtiras nesnesi haline gelir, Batı'nın egzotik hayal gücünü harekete geçirir. Kent, üzerine edebi yazılar yazılan bir meta haline gelir. O ana kadar Batı Hıristiyan dünyası tarafından 'neredeyse' sevilmezken, radikal bir değişikliğe uğradığında, farklılığın tapınağı haline getirilir," demekte.
Hem müthiş bir gözlemci, hem de gördüklerini büyük ustalıkla bir roman büyüsüne sarmalayıp nakleden bir yazar ararsak, zamanında Lord Byron'un rakibi sayılan bankacı, gezgin, yazar, filozof ve sanat eserleri koleksiyoncusu, Hollandalı Thomas Hope'a ve onun 'Anastasius' adlı eserine başvurmak kaçınılmaz olur. Dönemin 'Çok Satanlar' listesinde baş köşeye oturup baskıları farklı dillerde rekor üzerine rekor kıran romanı ile Hope'un Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki esrar perdesini kaldırdığı söylenmiştir.
İşte önceleri maceraperest, korkusuz, kurnaz, yakışıklı ve seksi (!) Anastasius iken sonradan İslam'ı kabul edip Selim adını alacak ve Osmanlıların arasında yuvarlanıp gidecek romanın kahramanı, İstanbul ile ilk karşılaşmasını anlatırken tasvirin zirvesine ulaşmaktadır:
"… ve sonunda Constantinopolis bütün haşmetiyle önümüzde yükseldi. Gözlerim bu gittikçe yayılan şaşaaya mıhlanmıştı. Kenti çevreleyen suların bağrından yükselen sivri minareleri, kabaran kubbeleri ve girintili çıkıntılı kıyılar boyunca yayılarak derinliklerin aynasında aksini bulan ya da taraklı tepelere tırmanıp gökyüzünün boşluğuna siluetini çizen sayısız evleri seyrediyordum..." dedikten sonra yazarımız İstanbul'un coğrafik yapısını, sanki günümüzün animasyon tekniğini bilirmişçesine naklediyor:
"Bu muazzam bütün, önceleri muğlak bir yığın gibi büyüyüp yayılırken, biz yaklaştıkça temellerinden kademe kademe ayrışmaya, birbirlerinden uzaklaşmaya ve derin yarıklardan oluşan boşluklarla farklı kümelere dönüşmeye başladı. Öyle ki sonunda, halen ilintili görünen bu kümeler, sihirli bir şekilde üç ayrı kente dönüştü. Her biri şaşılacak büyüklükte kişilik kazanan, her biri diğerinden gümüşi renkli akıntıya kapılmış geniş birer deniz koluyla ayrılan ve yarısı Avrupa, yarısı Asya üzerine yerleşen. Bu olağanüstü gösteriye öylesine kapılmıştım ki, ruhumun melekeleri onun ihtişamını kavramaya yetersiz kalıyordu; nefes alacak gücü zor buluyordum; ve birden korku içinde idrak ettim ki, kendimi kaybedersem bu göz kamaştırıcı görüntü birden dağılıp asılsız bir rüyaya dönüşebilir!"
Londra Barosunun temsilcisi olarak İstanbul'a aslında üç yıllığına geçici olarak gönderilen Sir Edwin Pears adlı bir avukat vardır ki sonunda bu kentte kırk yıl yaşamayı seçmiştir. Asli görevi yanında Londra'da yayınlanan Daily News gazetesinin muhabirliğini de üstlenen bu zatın Osmanlılar aleyhine yazdığı yazılarla bir bakıma 93 Harbi denilen 1877-78 Osmanlı – Rus savaşına giden yolların taşlarını döşediğini söylemek mümkündür. Ancak 'Constantinopolis'te Kırk Yıl' adlı kitabında ilk izlenimlerini yansıttığı basit satırlarına göz atıldığında, neden sonunda bu kentte kırk yıl yaşamayı seçtiği anlaşılıyor:
"1873 yılının Mart ayında Constantinopolis'e ulaştım. Kentin denizden görünümünün ve Boğaziçi'nin güzelliği bana büyük haz veren bir sürpriz oldu. Bunlardan hiçbir zaman bıkmadım. Kent ve çevresi, Boğaziçi ve Prens Adaları sürekli değişken izlenimler verirler ama yıl boyu güzelliklerinden hiç kaybetmezler. Bunlara tarihle ilişkisinin cazibesini de ekleyince, güzelliği bunun ötesinde baş döndürücü hiçbir yer tanımam."
Başka yabancıların izlenimleri gelecek yazıya…
[1]'Contantinopoli' 2005 yılında Umberto Eco'nun yazdığı önsözle yeniden yayımlanmıştır. Türkçede de farklı yayınevlerince birkaç kez basılmış olmasına rağmen Eco'nun önsözünü içeren var mı, bilgim dışında.