Kemal Varol'un romanından adapte edilen 'Aşıklar Bayramı' baba oğul hesaplaşması ve helalleşmesi olarak değerlendirilen bir film olarak gündemde bugünlerde. Oysaki film nefis manzaralar, şiirsel bir akış ve şahane oyunculuklarla tatminkâr bir seyir zevki sunsa da asla hesaplaşma ya da helalleşme gerçekleşmediği gibi bir kez daha zalimin zulmü aklanıp paklanıyor. İstediği zaman terk eden baba, kendi seçtiği ya da ihtiyacı olduğunda iletişime dilediği gibi ve kadar giren yapısıyla devletlere benziyor ve tabii tüm erklere. Erkin karar verdiğinde göründüğü ancak karşısındakini görünmez kıldığı ilişkiye de gerçekten ilişki demek mümkün değilken ve aslında yokluğuyla ve varlığında da açıklama yapmayarak tahakküme dönüşen yaptırımlarına hesaplaşma ve helalleşme denilebilmesi çok acayip değil mi? 25 yıl hiç arayıp sormadıktan sonra bir gün çat kapı gelip geçmişiyle ilgili hiçbir açıklama yapmayan babanın gücünü hiç konuşmamaktan sağlaması iletişim konusundaki ağır hasarlı bir toplumun ayyuka çıkması değil mi?
Stratejik suskunluğunun arkasına sığınarak oğlunu farklı gerekçeler üretmeye itmesi bilinçli bir işkencedir şüphesiz. Baba bu haliyle ülkenin sürekli avaz avaz bağıran ve şiddet uygulayan prototip babalarına benzemediğinden sanki içinde seyircinin ulaşamadığı bir derinlik varmış düşüncesine itiyor yüzeyde. Oysa ki 25 yıl sonra gelerek tekrar susması en az bağıra çağıra şiddet uygulayan vasat erkekliğin tezatıyla tezahüründen farklı ne ifade ediyor ki? Susuyor çünkü tüm zayıf erkler gibi başka türlü haklı çıkamayacağını biliyor ayrıca konuşacak bir şeyleri olduğu halde susuyorsa bu işkenceci olduğunu ispatlamıyor mu? Yakınlarını iletişimsizliğe mahkûm etmenin 'psikolojik şiddet' olduğunu bu erkler bilmeden tesadüfen mi uyguluyorlar?
Özcan Alper'in mekan üzerinden zengin okumalara işlevsellik kazandırdığı filmin başrol oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ yine tam bir Yunan tanrısı gibi muhteşem! Ezilmiş, sorularına cevap verilmemiş, kendisini yalnız ve terk edilmiş hissedenlerin göz pınarlarına dolan temiz bir damlanın estetize heykelini dikiyor kalplere! Üstelik avukatlık yapmayı seçerek ebeveyninden göremediği adaleti mahkemelerde tesis etmeye çalışan ancak her şehirde bir sevgili bırakan ve aynen babası gibi istediği zaman istediği kadar iletişim kuran erkek zihniyetini temsil ederken kendi devleti gibi zalimleşen vatandaşlara dönüşüyor. Dolayısıyla erk hasarlı erkte arkasında verilmeyecek hesaplarla dolu kırık kalpler bırakıyor.
Babayı canlandıran Settar Tanrıöğen'in seyircide uyandırdığı sempati, şefkat ve sevgi kabul edilmesi güç bir karakteri kolayca sevdiriyor. Baba neden babalık yapmadığına dair hiç konuşmayarak olası en büyük felaketler ve kim bilir nelerle uğraştı ama söylemiyor durumunda stabil tutuluyor. Oğlu anlamaya çalıştıkça sessizlik büyüyor ve arada verilen küçük bilgilerden babanın kafasına göre yaşadığı ihtimali güçleniyor ama anlatı bunun üzerinde de durmuyor. Babanın suskunluğunun arkasına müzik ve manzaralar eşliğinde gizemli bir derinlik atfediliyor. Yönetmek için güç kurmak isteyen insanlar ve ülkeler için 'gizem' zaruriyet çünkü bilinmeyen dertler, düşmanlar, belalar yalanına inandırılamazsa evlatları susturmak zora girer hem evlerde hem ülkelerde. Galiba metin de seyirciye bunu yapıyor! Dolayısıyla babanın 25 yıl sonra gelmesi geç gelen yani asla gelmeyen adalete benzese de sanki muhasebesi yapılmış ve uzlaşma sağlanmış yanılsaması yaratılıyor.
Bolca mekan ismi vererek ilerleyen filmde baba-oğul hesaplaşma/ma/sının tamamen sessizlik üzerine inşasını ikna edici bulmanın ve sonunda helalleşme olarak değerlendirmenin pek çok sebebi olabilir bu coğrafyada. Film adım adım bolca şehir ismi verdiği için bu bilgilerde bir tür açıklamaya dönüşüyor. Görülüyor ki Kırşehir'den Kars'a bu coğrafyada erk hesap vermez, canı isterse hesapta sorar değil mi? Tıpkı tüm erk'ler gibi!
Ayrıca filmin Alevi kültürü ve aşıklar geleneği zeminine inşa edilmesi de haksızlıklarla dolu atıflara gebe ne yazık ki! Ne yani bu kültürün erkekleri çocuklarını, sevgililerini ve karılarını hiçbir açıklama yapmadan terk etmekle özel ve derin mi ilan ediliyorlar? Arkasında gözü yaşlı kadınlar, çocuklar bekleten erkeklere 'aşık' mı deniliyor? Neden konuşamayacak kadar zayıf, bencil, narsist ya da artık hastalıkları neyse açıktan ilan edilmeden hesaplaşıldığı dahası helalleşildiği iddia ediliyor? Veya bu adamların acımasız erklere benzer sahtekarlıkları bari azıcık ima edilmiyor? Bu kadar mı korunmaya ihtiyacı var 'baba'nın, 'erk'in ve temsil ettiklerinin? O halde bu acziyetin adının konma zamanı değil mi?
Gerçekten sesini duyulmaz, cismini görünmez kılarak değersizleştiren erk için ağlamak ve salt geldi diye affetmek mümkün müdür?
Ve son soru eğer aşık 'anne' olsaydı ve çocuğunu arkada bırakıp 25 yıl sonra gelseydi hesaplaşma ve helalleşme ne kadar kabul görürdü?
Dolayısıyla suskunluğu överek hesaplaşma saymak, hele de helalleşmek yerine 'haram' etmek zamanıdır.