Anayasa tartışmalarında, yapılacak değişiklikleri savunanlar dört iddiayı öne çıkarmaktadır. Bu değişiklikler ile vesayete son verileceği, yürütmenin halk tarafından seçileceği, etkin yönetim sağlanacağı ve rejimin demokratik niteliğinin sürdürüleceği iddia edilmektedir. Bu iddiaların hem hukuki hem siyasi boyutları vardır. Tartışmada siyasi boyuta ağırlık verilmiştir.
Getirilmek istenen başkanlık sisteminde, partili başkana yürütme yetkisinin yanı sıra yasama ve yargı üzerinde güçlü bir denetim imkânı verilmektedir. Buna karşılık, başkanda toplanan yetkileri ve gücü dengeleyecek ve denetleyecek kurallar, kurumlar ve mekanizmalar alabildiğine zayıflatılmıştır. Başkan, bugünkü cumhurbaşkanının ve başbakanın toplam gücünden daha fazlasına sahip olacaktır. Partisinin adaylarını belirleyerek meclisin kompozisyonunu biçimlendirebilecek; kararname çıkartma yetkisi ile Meclis’in yasama tekeline ortak olabilecektir. Buna karşılık Meclis’in gensoru, güvenoyu gibi mekanizmalar aracılığı ile başkanı denetleme imkânı elinden alınmaktadır. Başkan, Meclis’te çıkan kanunları veto edebilecek, gerekçe göstermeden Meclis’i feshedebilecek, bütçeyi istediği gibi yapabilecektir. Öte yandan, devlet kurumlarının işleyişini istediği gibi düzenleyebilecek ve devlet yöneticilerini tek başına aldığı kararlarla atayabilecektir. Böylece hükümetle birlikte devlet de başkanın ve partisinin denetimi altına girmiş olacaktır. Türkiye, devletin partizan çıkarlara ve politikalara hizmet eden bir parti devletine dönüşme tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Güçler ayrılığının yok olduğu bu sistemde, hukuk devleti de sarsılacaktır. Bireylerin ve muhalefetin siyasi haklarını ve temel hak ve özgürlüklerini korumak neredeyse imkânsız hale gelecektir. Referandumda oylanacak anayasa değişiklikleri Türkiye’yi siyasi birikiminden ve siyasi kültüründen kopartacak, hukuk devleti ve demokrasiden uzaklaştıracaktır. Bu nedenle söz konusu olan, eksik demokrasinin yerini otoriterliğe bıraktığı köklü bir rejim değişikliğidir.
AKP ve AKP öncesi İslami siyasi partiler ve oluşumlar kendileri için en büyük tehlikeyi “vesayet rejimi” olarak görmüşlerdir. Aslında yalnız onlar değil, Türkiye’de özgürlükçü demokrasinin gelişmesini arzulayan tüm siyasi ve entelektüel çevreler, ordu üzerinde sivil denetim sağlanması konusunda ortaklaşmışlardır. Çünkü askeri vesayet, demokrasinin en vazgeçilmez unsurunun, yani ülkeyi halkın seçtiği kimselerin yönetmesi ilkesinin çiğnenmesi demektir. Nitekim 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında da, askeri vesayete karşı çıkma konusunda siyaset dünyasında ve toplumda geniş bir uzlaşma zemini oluşmuştur. Oysa Anayasa değişikliğinin getirdiği tek adam yönetimi, toplumun “kazananlar” ve “kaybedenler” ekseninde ikiye bölünmesine neden olacaktır. Mevcut kutuplaşma ortamını daha da derinleştirecek olan başkanlık sisteminin, askeri vesayet sorununu nasıl sona erdireceğini anlamak mümkün değildir. Askeri vesayete son vermek, toplumu kutuplaştırarak ve otoriterleşerek değil, uzlaşmayı ve demokratikleşmeyi sağlayarak gerçekleştirilebilir.
AKP için “vesayet”, aynı zamanda, siyasi iktidarın rant yaratma girişimlerini ve yolsuzluklarını önleyen kurallar, kurumlar ve teknik-bürokratik “engellerdir.” Bu kapsamda AKP, imar mevzuatına bağlı kalınmasını; çevrenin, tarihi mirasın ve kamu varlıklarının korunmasını; kurumsal özerkliğin savunulmasını (Merkez Bankası vb.) ve temiz toplum talebini vesayet olarak görmüş ve göstermeye çalışmıştır. Karar alma ve uygulama yetkilerini başkanda toplayan anayasa değişiklikleri “teknik-bürokratik” vesayet olarak gördükleri bu “engelleri”, kurumsal denetimleri tamamen ortadan kaldırmaya yöneliktir.
AKP’nin vesayet sıkıntısı, hukuk devleti hatta demokrasiyle de doğrudan ilgilidir. Siyasi iktidar yetkilileri, kuvvetler ayrılığını bir engel olarak gördüklerini açıkça ve defalarca dile getirmişlerdir. Burada söz konusu olan, siyasi iktidar üzerindeki Meclis ve yargı denetiminin kaldırılmasıdır. Anayasa değişiklikleri yasama ve yargıyı başkanın denetimi altına alarak siyasi iktidarın üzerindeki denge ve denetleme mekanizmalarını, kısaca hukuk devletini askıya almaktadır.
Dördüncü konu resmi ağızlar ve iktidara yakın yazarlar tarafından açık ya da örtülü olarak dile getirilen “rejim” vesayetidir. Bu söylem, tarihimizdeki bir zaman diliminin “kalıntılarına”, referandumla birlikte son verileceği iddiası ile gündeme taşınmaktadır. Bu görüşe göre Osmanlı’yı tarih sahnesinden tasfiye eden güçlerle, bugün kendini yeniden keşfeden Türkiye’nin karşısına dikilen vesayet güçleri aynı güçlerdir. “Yüz yıldan” bu yana “tarih yapıcı” niteliğinden uzaklaştırılan toplum ve devletin, 16 Nisan’da işgalden ve vesayetten kurtulacağı iddia edilmektedir. Anayasa değişikliğini savunan bazı iktidar yanlısı yazarlara göre, Türkiye’nin bekası, “asırlık vesayetten” kurtulmasına bağlıdır. Görüldüğü gibi hedefe oturtulan ve kaldırılması öngörülen vesayet doğrudan doğruya cumhuriyet rejimidir.
Bu iddialar vesayet rejiminden kastın dinin siyasete alet edilmesine karşı çıkan, düşünce özgürlüğünü, insan aklını, bilimi ve çağdaşlaşmayı savunan Cumhuriyet rejimi olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. AKP’nin son vermek istediği yalnızca askeri vesayet değil, ulaşmak istedikleri hedeflerin önünde engel olarak gördükleri kurumsal denetim, hukuk devleti, demokrasi ve cumhuriyet rejimidir.
Anayasa değişikliğinde savunulması en güç olanı, yürütmeyi halkın belirleyeceği iddiasıdır. Bu iddianın tam tersine başkan kabineyi hiç kimseye sormadan, dilediği kişiler arasından atayacaktır. “Atanmış bakanlar”, Meclis’e karşı sorumlu olmayacak, bakanlara dair her türlü karar başkanın iki dudağı arasında olacaktır. Kazananın hepsini alacağı, kaybedenin hepsini kaybedeceği bu sistemde, başkanın atadığı hükümet ve bakanlar, milletin değil öncelikle başkanın ve partisinin hizmetinde olacaktır.
Başkanlık seçimi beş yılda bir yapılacaktır. Seçilecek başkan, Meclis dâhil hiç kimseye danışmadan alacağı kararlar ve çıkartacağı kararnamelerle, bireyin hayatını her yönüyle düzenleyebilecektir. Ama ortalama insan ömrünün yetmiş yıl olduğu ülkemizde, insanlar hayatları boyunca ancak sekiz-on kere bir başkan gelsin mi, yoksa gitsin mi diye oy verebilecektir. Başkandan çok daha yüksek bir oy oranıyla milleti temsil eden Meclis’in dahi başkan üzerindeki denetiminin yok edildiği bir sistemde, bireyin denetim yetkisinden söz etmek söz konusu bile olmayacaktır.
Günümüzde demokratik ülkeler temsili demokrasiyi yetersiz bulup katılımcı demokrasiyi güçlendirmeye, hatta doğrudan demokrasiyi geliştirmeye çalışmaktadır. Türkiye’ye dayatılan başkanlık sistemi ise temsili demokrasinin dahi temel kurumlarını yok etmektedir.
Başkanlık sistemi iddia edildiği gibi istikrar, etkin yönetim ve iyi hizmet getirir mi? Bu soruya iki farklı noktadan yaklaşılabilir. Birincisi, Türkiye’de anayasa ve yasaların çiğnenmesi pahasına sürdürülen, “fiili başkanlık” deneyimidir. Son aşamasında OHAL’le de pekiştirilen bu deneyim, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çalkantılı, en istikrarsız, en kaotik döneminin yaşanmasına yol açmıştır. Terör, şehir ayaklanmaları, darbe, ekonomik çöküntü, toplumsal kutuplaşma, manevi bunalım, yurt içine ve yurt dışına göçler, yüz binlerce insanın görevine son verilmesi ve tutuklanması, fikir özgürlüğü ve medya üzerine görülmemiş baskılar fiili başkanlık dönemiyle birlikte tavan yapmış sorunlardır.
Başkanlık sistemini ikinci olarak başka ülkelerin deneyimlerine bakarak değerlendirebiliriz. Siyaset bilimciler, Latin Amerika deneyimleri çerçevesinde başkanlık sistemi ile etkin yönetim arasında olumlu değil, aksine ters yönlü, yani olumsuz bir ilişkiye işaret etmektedir.
Dünyada Üçüncü Demokrasi Dalgası yaşanırken çok sayıda Latin Amerika ülkesinde başkanlık sistemine geçilmiştir. Aslında bu ülkelerin çoğunda, uygulanan başkanlık sistemlerinde, bizde öngörülen sisteme kıyasla daha sağlam denge ve denetleme mekanizmaları oluşturulmuştur. Örneğin, başkanın kararname çıkartma gücü genellikle yasanın yürürlüğü ve işlerliği ile ilgili düzenleme yetkisi şeklinde tanınmaktadır. Üstelik bu yetki süreyle sınırlanmıştır. Başkanın parlamentoyu fesih yetkisi yoktur. Başkan tarafından belirlenen yüksek yargı adayları nitelikli çoğunluk aranarak parlamento tarafından seçilmektedir. Örneğin Şili'de, anayasa mahkemesi üyeliği için mevcut üyeler başkana beş isim sunmakta, başkanın belirlediği aday ise senatonun onayına sunulmaktadır. Diğer yandan seçilen başkan, parti ile bağını zayıflatmakta hatta kopartmaktadır. Hem parti hem devlet başkanı olma söz konusu değildir.
Üzerinde durduğumuz esas soru, bu başkanlık sistemlerinin etkin ve istikrarlı yönetimi sağlayıp sağlayamadığıdır. Açıkça görülmüştür ki Latin Amerika ülkelerinde başkanlık sistemi, yönetim sorunlarını ağırlaştırmakta, bazı durumlarda içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Bu ülkelerde başkanlık sisteminin neden olduğu büyük meşruiyet krizleri yaşanmaktadır. Çünkü kazanan taraf devlete ve kamu kaynaklarına tümüyle sahip olmakta ve toplumun diğer yarısını bu olanaklardan mahrum etmektedir. Başkanlık sistemleri ekonomik ve toplumsal sorunları derinleştirmektedir. Bu sistemler, kişisel siyaset tarzını ve keyfi yönetimi körüklemekte, sürekli yetki aşımlarına neden olmaktadır. Siyaset bilimciler, başkanlık sistemlerinin partileri, hukuku ve demokrasiyi zayıflattığı ve kalkınmanın önünde ciddi bir engel teşkil ettiği görüşündedir. Nitekim Latin Amerika ülkelerinde parlamenter rejime dönüş arayışları başlamıştır.
Referanduma sunulan anayasa değişikliğinde, demokratik anayasalarda var olan tüm unsurların, kurumların ve ilkelerin eksiksiz olarak yer aldığı özellikle vurgulanmaktadır. Oysa bir ülkenin anayasasında demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri yazılı diye, o ülkede demokrasinin ve hukuk devletinin var olduğunu söylemek mümkün değildir. 20. yüzyılda otoriterlik muhaliflerin, hukuk devletinin ve demokrasinin zor kullanarak ortadan kaldırılması anlamına gelmekteydi. Oysa günümüzde otoriter rejimler yakından izlenmeye ve denetlenmeye başlanınca otoriterlik de değişime uğradı. “Yeni kuşak” otoriter rejimler, iktidarlarını, demokrasi ilkelerinin kendi ülkelerinde de eksiksiz var olduğunu iddia ederek sürdürmeye çalışıyorlar.
Nitekim bu rejimlerin anayasalarında siyasal, kişisel ve sosyal haklar, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, muhalefet gibi demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri yer almaktadır. Bu ülkelerde parlamentolar da vardır. Ve tıpkı Türkiye’de son yıllarda AKP iktidarı tarafından da yapıldığı gibi bu parlamentolar yasaları alelacele, yukarıdan gelen direktifler doğrultusunda, dur durak bilmeksizin çıkartmaya zorlanmaktadır. Hatta bu tür meclisler için “kanun imalat makinaları” deyimi kullanılmaktadır. Bu meclisler, asli görevleri arasında yer alan denetleme işlevlerini yitirmiş, kanun yapma yetkileri konusunda diktatörlere bağımlı hâle gelmişlerdir.
Söz konusu rejimler baskıcı uygulamalarını hukuk ve demokrasi maskesi altında gizlemektedir. Diktatörlük yaldızlanmış bir hukuk kaplaması altına saklanmakta ve dış dünyaya bu cilalanmış kaplamayla sunulmaktadır. Oysa demokrasi ve hukuk devletinin varlığı, demokratik ilkelerin yalnızca anayasa ve yasalarda yazılı olup olmadığına değil, hayata geçirilip geçirilmediğine bakarak değerlendirilir. Şayet sistem iyi işliyorsa, insan hakları teminat altındaysa, kuvvetler ayrılığı geçerliyse, yargı bağımsızsa o zaman o ülkede hukuk devleti ve demokrasi var demektir. Günümüzde bunların bulunmadığı ama bir demokrasi şalı altında saklanan rejimlere “örtülü otoriterlik/maskeli otoriterlik”, “örtülü diktatörlük/maskeli diktatörlük” denmektedir. Bu rejimler hukuk devleti ve demokrasiyi varmış gibi göstererek, dünyayı kendilerine inandırmaya çalışmaktadır. Bu çabalar otoriterliği saklama konusunda başarısız olmaktadır.
Türkiye’nin, demokrasi karnesi zaten çok zayıftır. Bu anayasal düzenleme hayata geçirildiği takdirde “örtülü otoriterlik” gerçeği büsbütün pekişecektir. Türkiye, başkanlık sisteminin getirdiği sorunlarla boğuşan Latin Amerika ülkelerinin iyice gerisine düşerek, Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika’da (Saddam, Esad, El-Beşir, Mugabe, Kerimov, Türkmenbaşı vb.) görülen rejimlerle birlikte anılacaktır.
Türkiye büyük sorunlarla karşı karşıyadır ve kronik siyasi istikrarsızlık yaşamaktadır. Bu sorunların sebebi parlamenter rejimin yetersizliği değil, gücün tek bir odakta toplanmış olması neticesinde iktidarın sorun çözme kapasitesinin alabildiğine azalmış olmasıdır. Türkiye daha on yıl önce kendini demokratik ülkelerle kıyaslayan bir ülkeydi. Bugün fiili başkanlıkla ve anayasa değişikliği ile sicilini dünyaya “örtülü otoriterlik”, “örtülü diktatörlük” diye kaydettirmeye çalışan bir ülke konumuna gelmektedir.