Diyarbakır’da 8 Haziran’da 20’si gazeteci 22 kişi gözaltına alındı, sekiz gün boyunca gözaltında tutuldular ve 16 gazeteci dört gün önce tutuklandı. Suçlamalar, haber içerikleri, yayın politikası ve haberlerin dili. Medyaya deliller de servis edildi: Ciltlenmiş gazete arşivi ve fotoğraf makineleri… Görüntüler bana 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası medyaya servis edilen “teröristleri” hatırlattı; araba sileceği ve teksir kâğıdı bile oluyordu deliller arasında. Bu gazeteci arkadaşlarımız ilk değil ve görünen o ki son da olmayacaklar ayrıca onların görünürlüğü de olmayacak, çünkü onlar “öteki” gazeteciler.
18 Ağustos 1992. Dönemin Doğru Yol Partili (DYP) İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’in, Şırnak’ı 300 PKK’lının basarak bir isyan çıkarmaya çalıştığı açıklamasının üzerinden -birkaç ay eksiğiyle- tam 30 yıl geçmiş. Dört gün süren ve bugün bile tam olarak kaç kişinin öldüğü bilinmeyen Şırnak olaylarından sonra kentten yoğun bir göç başlamıştı. Ancak bu göç diğer Kürt göçlerinden oldukça farklıydı. Toplu olarak evlerini ve kentlerini terk eden Şırnak halkı, Suriye ve Batılı ülkelerin büyükelçiliklerine açık mektupla başvurarak sığınma talep etmişlerdi. Dört gün boyunca evlerinde yoğun ateş altında kalan Şırnaklıların kent sınırlarını terk etmesine de izin verilmemişti.
Şırnaklılar, Dicle kıyısında günlerce beklediler. Bu arada yüzlerce gözaltı yapıldı. Şırnak’ta yoğun bombalama, halk Dicle kıyısında, arada askerlerden oluşan bir duvar ve o duvarın dışında tutulan bölge gazetecileri ve biz merkezden gelen gazeteciler.
Sonrasında Doğan Haber Ajansı Diyarbakır Müdürlüğü ve Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı da yapan gazeteci Faruk Balıkçı ile bekledik günlerce orada. Hürriyet grubunda çalışırken de sonrasında da en yakınımdaki arkadaşlarımdan oldu Balıkçı. Şırnak olayından daha beş ay önce, ellerinde beyaz bayrak, sokağa çıkma yasağının olduğu Cizre’de işlerini yapmaya çalışırken, Ankaralı gazeteci İzzet Kezer yanı başında vurulmuştu. Olaydan sonra nasıl oldun diye bile soramamıştım. Aynı yaşlarda olduğumuz halde nedense hep bende “çok güçlü” duygusu uyandırdığından belki, bu soruyu sormayı ayıp bulmuştum o zamanlar.
Resmî olarak asla ortaya çıkarılmasa da olay yerindeki görgü tanıkları ve gazeteciler Kezer'in güvenlik güçlerinin panzerden açtığı ateş sonucu vurulduğunu söylüyordu. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı ünlü Susurluk Raporu’nun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle kamuoyuna açıklanmayan 11 sayfalık bölümünde, Kezer de dahil sekiz gazetecinin devlet içinde yuvalanan çeteler tarafından öldürüldüğü yazılmıştı.
Bir yıl önceki Diyarbakır ziyaretimde Namık Durukan’la tanıştırmıştı Balıkçı beni; o Milliyet’te, ben de Tempo dergisindeydim. Sanki normal bir şeyden bahsediyorlarmış gibi, Durukan’ın Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği’nin görevlileri tarafından alınıp bir helikoptere bindirilip, “hoşlanılmayan” haberler yapmaya devam ederse aşağı atılmakla tehdit edildiğini anlatmıştı. Latin Amerika filmlerinden bir sahnenin içindeymişim gibi gelmişti. Aynı kurumlarda, aynı işi yapıyorduk ama ayrı dünyaların insanlarıydık. Tamam, toplumsal olayları izlerken polis tarafından itilip kakılmıştım, yolsuzluk dosyalarını haberleştirirken, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun”ları, “patronunu tanıyorum”ları, “kendine dikkat et, ayağını denk al”ları çok duymuştum ama 1990’larda yolum “diğer” gazetecilerle kesişinceye kadar kendi dünyamın zorluklarıyla imtihan edilmiştim sadece. 1990’da Cizre’ye foto muhabir arkadaşım Oktay Kurtulan’la Nevroz törenlerini izlemeye gittiğimizde yine sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve İstanbul ve Ankara’dan gelen gazetecilerin birlikte kaldığı Kadoğlu Otel özel tim polisleri tarafından taranmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, o sırada çatıdan fotoğraf çekmeye çalışan foto muhabir Ali Öz kolundan yaralanmıştı. Özel timciler, yazdığı haberden mutlu olmadıkları bir muhabiri teslim etmemizi istiyorlardı. Muhabir arkadaşımızı, Oktay’la birlikte arabamızın bagajına saklayarak Cizre’den çıkarabilmiştik. “Ötekilerin” hayatında sıradan bir gündü bu!
Şırnak olayına dönersek, ilerleyen günlerde Şırnak’ı bastığı iddia edilen PKK’lı sayısı duruma göre 1000, duruma göre de 1500 olarak açıklandı. Şırnak merkezinde dört gün süren olaylarda kent neredeyse harabeye döndü. “PKK kenti bastı” iddiasıyla tank, uçaksavar, top, havan, lav ve roketatar gibi silahlarla kent günlerce tarandı; kullanılmayan tek savaş aracı, uçaktı. Olaylarda resmî rakamlara göre sekiz kişi öldürüldü; gazetelerde verilen rakamlar ise 28 ile 54 arasında değişiyordu.
Çatışmaları gazeteci olarak izlememiz mümkün olmadı, bölgeye sokulmadık. Çatışmalardan sonra ilk olarak ANAP, Demokrasi Partisi (DEP) ve Refah Partisi (RP) milletvekillerinden oluşan bir heyet girebildi. Onlardan aldığımız bilgilere göre, Şırnak’ta tümen komutanlığına ait binalar, lojmanlar, emniyet binalarında tek bir mermi izi bile bulunmazken, sivillerin yaşadığı bölgede taş üzerinde taş kalmamıştı. Peki kenti basıp, isyan çıkaran sayısı 300 ila 1500 arasında değişen PKK’lılar (ölüleri de kabul) ve silahları neredeydi? Onlar da yoktu!
Yaklaşık bir ay süreyle Şırnak’a kolay kolay hiçbir gazeteci ya da sivil toplum kuruluşu temsilcisi giremedi, arada sırada “öteki” gazetecilerin kaynakları sayesinde haberler alabildik. 14 Eylül’de dönemin Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanı Tuğgeneral Tümen Komutanı Mete Sayar, Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanı Mustafa Ekmekçi, onur kurulu üyesi Aziz Nesin ve Veli Özdemir'den oluşan heyetle görüşmeyi kabul etti. Sayar görüşmede, “Ben burada güzel bir tablo yapmaya çalışıyorum. Bu tabloya küçük bir leke yapmaya kalkarlarsa o tabloyu Şırnaklıların başına geçiririm. Nitekim geçirdim de..." demiş. Aziz Nesin de Sayar’a, "Siz kentin girişine 'ne mutlu Türküm diyene' yazmışsınız. Ben katıksız bir Türk’üm ama mutlu değilim. Bir Kürt nasıl mutlu olsun!" deyince, mağrur paşa o dakika görüşmeyi bitirmiş.
Bu olaylardan bir yıl sonra 22 Nisan 1993’te foto muhabiri arkadaşımla Mete Sayar’la röportaj için Şırnak’a gittiğimizde, kente hâla özel tim ve asker kontrolünden geçtikten sonra girilebiliyordu. Önce nizamiyede, sonra Sayar’ın odasında uzun uzun bekletildikten sonra kendisiyle görüşme şerefine nail olduk. Bir yıl öncesine göre hiçbir değişiklik yoktu. Savaş kazanmış mağrur komutan oturuyordu karşımızda. Dokunulmazdı paşa! 1993’te altı köylünün emrindeki askerlerce kaybedildiği iddiasıyla yapılan suç duyurusunun ardından soruşturmanın zaman aşımına uğramasına üç gün kala, ancak 2013’te dava açılabilmişti. İl il gezdirilen dava iki yıl sürmüş, ikisi asker olan görgü tanıklarına rağmen iki yıl sonra da beraatına karar verilmişti. Dedim ya, paşa dokunulmazdı, dokunmaya çalışanları da helikopterden atmakla tehdit ediyorlardı.
Dün Faruk Balıkçı’yı aradım. Beynimde yıllardır dönüp duran sorularla bir kez daha onu bunaltayım dedim. Mesela o yıllardan beri hep cevap ararım şu soruya: Tüm gazetelerin Güneydoğu temsilcilikleri varken, bir olay patladığında neden merkezden muhabir gönderirler de (yanlış anlaşılmasın, oralara gittiğim, olayları izlediğim ve yazma şansı bulduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi) bölgede çalışan, orayı en iyi bilen kendi muhabirlerine o haberleri yaptırmazlar? Yoksa gazete yönetimleri de mi tıpkı devlet gibi bakıyorlar mensuplarına? Faruk’un anlattıklarından sadece bir bölümü şöyle (gerisini kendisinin yazacağını umuyor ve bekliyorum): “Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti olarak bir toplantı düzenledik ve tüm gazete ve televizyonların yayın yönetmenlerini davet ettik. Orada, ilk köy boşaltmalarının olay anlarının fotoğraflarını, köyünden çıkartılanların çoğunun hikayelerini her gün düzenli olarak merkezlerimize aktardık, neden yayınlamadınız, yayınlasaydınız bugün nasıl olurdu, diye sorduk.”
Gerçekten çok merak ediyorum, tüm baskı ve zorbalığa rağmen medya (yöneticileri) işini doğru dürüst yapsaydı bugün nasıl bir hayat yaşıyor olurduk?"