Eylül ayının ilk haftasında eski Almanya'nın Demir Perde sınırları içinde yer alan iki eyaletinin başkentinde bulundum. Sırasıyla Brandenburg ve Saxony eyaletlerinin başkentleri olan Potsdam ve Dresden'di bu şehirler. Rastlantı o ki, bu seyahatlerin hemen öncesinde, bu iki eyalette yapılan seçimlerde, Nazi sempatizanı olarak gösterilen aşırı sağcı AFD sandıklardan ikinci parti olarak çıkmış, ortalama her dört seçmenden birinin oylarını almayı başarmıştı. Bu nedenle Berlin'deki dostlarım 'doğu' seyahatlerim öncesinde beni uyarmayı ihmal etmediler.
Tedirgin olanlar elbette sadece Türkler veya yabancılar değildi. Alman kamuoyunda, özellikle sol kesimler ve Antifa çevreleri de oldukça huzursuzdu. Geçmişin kötü anılarını canlandıran, çok değil, daha üç çeyrek asır önce bütün bir toplumu hasta eden, yiyenleri kusturan pis bir menünün yeniden sofraya sürülmesi anlamına gelen bu süreçleri anlamlandırmaya çalışmak aklı başında insanlara ağır geliyordu.
Geçmiş yüzyılın ortalarında 'medeni' dünyayı yangın yerine çeviren bir zihniyet yeniden hortluyor olabilir miydi?
Türkler arasında, öncelikle kendilerine karşı yükselmeye başlayan ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının dönüm noktası olarak iki Almanya'nın birleşmesini görme eğilimi yüksektir. Ayrıca, İslamcı terör örgütlerinin 2000'li yıllara damgasını vuran eylemlerinin yarattığı küresel travmalar Müslüman azınlığın toplum içindeki konumunda ciddi bir sallantı yaratmıştı. Berlin duvarının yıkılmasını takip eden yıllarda oluşan huzursuzlukları, bu huzursuzlukların yarattığı şiddetli gerilimleri göçmenlerin ağzından defalarca dinledim. Kreuzberg'de kendi halinde yaşayan, sırtlarında Alman milli takımının formalarıyla korunaklı gettolarının sessiz sokaklarında top oynayan göçmen çocukları, 1990 senesinde birleşmiş Almanya olarak ilk Dünya Kupası kazanıldığında sokaklara dökülen ve Kreuzberg'i ellerinde bayraklarla sloganlar atarak öfkeli bir nehir gibi boydan boya yarıp geçen kalabalıklardan nasıl ürktüklerini hiç unutmazlar. Yıkılan duvarın hemen ötesindeki eski Doğu Berlin mahallelerinden gelerek, evlerinin duvarlarına 'Turken Raus' yazan dazlakları mahallerinden uzak tutmak için çeteler kurmaya o yıllarda girişmişlerdi bu çocuklar.
Doğu Almanya kökenlilerin, yoksulluk ve işsizlik gibi Batı'ya göre kendilerini her bakımdan dezavantajlı kılan sorunların yarattığı öfke patlamalarıyla yabancı karşıtlığına dönüşen karanlık bir ruh haline kolaylıkla kapılabildiklerini söylemek yanlış bir yorum olmayabilir. Fakat, unutmamak gerekir ki, Almanya'da savaş sonrasında yabancılara karşı işlenen en kanlı cinayetler ve mikro pogromlar birleşmeye kadar Batı'nın 'demokratik' toplum düzeni içinde tarihi kat eden yerleşim yerlerinde yaşanmıştır. O halde mesele yalnızca birleşme değildir, duvarın yıkılması göçmenler açısından hayatın akışını radikal bir biçimde değiştirmiş olsa da, bugün yeniden yükselen Nazi sempatizanlığı veya aşırı sağ / popülist siyasi eğilimler, Almanya'nın topyekûn bir hesaplaşmayı tam manasıyla başaramadığını gösteriyor..
Hesaplaşma derin, sancılı, cesaret ve samimiyet gerektiren zorlu bir süreçtir. Kabul edelim ki, en medeni toplumların dahi geçmişleriyle yüzleşmesi ulusal gurur ve bencillikleri yüzünden hamasi veya sembolik olmaktan öteye geçemez.
Almanya'ya ilk gittiğimde, Berlin'deki soykırım anıtları ve müzeleri beni çok etkilemişti. Eski Batı Almanya başbakanlarından Willy Brandt'ın, 1970 senesindeki Varşova ziyareti sırasında Yahudi Soykırım Anıtı önünde diz çöküşünü gösteren o meşhur fotoğraf zihnimde capcanlı dururken bu mekanların ve işaretlerin önemi daha da artmıştı gözümde. Zaman içinde bunların hemen hemen hepsini ziyaret ettim. Koca kent bir bakıma soykırımın acı hatıralarına atfolunan sembollerle bezeliydi.
O günlerde, toplumun genel ruh halini ve gidişatını, devlet zihniyetini veya politik yaklaşımları henüz tam manasıyla çözümlememişken bu sembollere bakarak Nazizm zihniyetinin bu topraklara bir daha asla uğrayamayacağını düşünmek çok doğaldı. Anıtların, müzelerin, müfredatların toplumu iyileştirmeye yetmediğini, bunların ancak barışı topyekûn özümsemiş, hücrelerinde vicdan ve adalet duygusunu dolu dolu yaşayan bir toplum ve kültürde anlam kazanabileceğini zaman içinde öğrendim.
Bir gün, bir Alman arkadaşım bana okul deneyimlerini anlatırken, en çok sıkıldığı ve yapmaktan en fazla nefret ettiği şeyin her yıl en az birkaç kez tekrarlanan soykırım anıtları veya müze gezileri olduğunu söylemişti. Bu yakıcı itiraf karşısında önce afallamıştım ama sonra, özellikle toplama kamplarına yaptığım ziyaretlerde okul turlarıyla gelen öğrencileri dikkatlice gözlemleyince, söylediği şeylerin öğrenciler arasında oldukça yaygın bir ruh halini işaret ettiğini gördüm. Çocuklar ne olup bittiğiyle hemen hemen hiç ilgilenmiyorlar, aralarında şakalaşıyorlar ya da telefonlarıyla haşır neşir oluyorlardı. Öğrencilerin büyük çoğunluğunun bu gezileri hiç önemsemediği, bir an önce bitmesi için vakit öldürücü işler icat ettikleri ve oldukça sıkıldıkları belliydi.
Bütün bu sembolik iletişim, ne kadar iyi niyetli de olsa gerçeği göstermekte, acıyı özümsetmekte veya empati yaratmakta yetersiz kalıyordu demek ki. Çünkü, insan eliyle işlenen en büyük cinayetlere yol açan o vicdan ve zihniyet kırılmasını sembollere indirgediğinizde, sadece sonuçları gösterip sebepleri ve failleri gizlediğinizde sağlıklı bir hafıza oluşturmanız pek mümkün değildir. Hafıza oluşturalım derken ezberlere sıkışırsınız. O vakit, içselleştirme biter, belletme başlar, -ki böylesi her daim iticidir. Bir bakmışsınız, soykırım gibi bir dehşetin dahi içi boşaltılmış; olaylar, olgular, deneyimler sıradanlaşmış ve bir zamanlar binlerce insanın gaz odalarında can verdiği yerlerde gezinmek sıradan bir aktiviteye dönüşüvermiş.
Sermayenin çıkarları etrafında örgütlenmiş kapitalist bir devletin, ne kadar liberal olursa olsun, kendi mevcudiyetine zarar vermeyeceğine inandığı müddetçe popülizmle fazla bir derdi olmaz. Onun asıl ilgisini çeken şey bu ikiyüzlülüğü ifşa etmekten asla geri durmayan ilerici güçlerle mücadeledir. Bunu bazen açık seçik ve şiddet kullanarak, bazen de kritik manevralar ve yumuşak stratejilerle gerçeği toplumun uzağında tutup marjinalleştirerek yaparlar. Birinci türden olanlar 'hiç gibi demokrasiler'se, ikinci türden olanlar 'miş gibi demokrasiler'dir; kötülüğü iyilik gibi göstererek uygularlar.
'Miş gibiler' tayfasına özgü yanıltıcı gösteriler arasında en çarpıcı örneklerden birisi 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan mahkemelerdir. Nazi Almanya'sının özellikle Doğu Avrupa'da örgütlediği soykırımları yöneten ve 'ölüm taburları' olarak bilinen birimi Einsatsgruppen'nin üst düzey subaylarının yargılandığı bu davalarda verilen cezalar yıllar içinde buhar olup uçmuş, 1958 yılına gelindiğinde hapiste tek bir üst düzey SS subayı dahi kalmamıştır.
Takip eden yıllarda Almanlar, 'ölüm taburları'nın yargılamalardan kurtulan daha düşük rütbeli subaylarını yakalamak ve yargılamak için 'Zentralle Stelle' adında bir birim kurarlar, ancak işlenen suçlar basitçe cinayet fiili ile tanımlandığı ve bunlara zaman aşımı uygulandığı için bu soruşturmaların pek azı mahkeme süreçleriyle sonuçlanabilir.
İnsanlığa karşı işlenen suçlar kavramı Alman yasalarına ancak ileriki yıllarda, sayıları 3000'i bulan 'ölüm taburları' subaylarının yalnızca 200'ü hâkim karşısına çıkarılabildikten; büyük çoğunluğu polis teşkilatında olmak üzere, serbest kalan yüzlercesi ise savaş sırasındaki görevlerine geri dönüp toplum içine karıştıktan sonra girebilmiştir. Elbette bu aşamadan sonra anıtlar dikmek ve sembolik bir hesaplaşmaya girişmek hem zararsız hem de maliyetsiz olacaktır.
Sadece Almanya'da değil, dünya coğrafyasının büyük kısmında popülizm, aşırı sağ eğilimler ve yabancı düşmanlığı yaygınlaşıyor. Mesela, savaş sırasında Ukrayna'daki acımasız pogromların suç ortaklığını üstlenmiş yerel SS fanatiklerinin mirasına sahip çıktıklarını ilan eden bazı gruplar, çoktan öksüz bırakılmış, bakımsız, sahipsiz soykırım anıtlarının yanı başında, rastgele seçtikleri yabancıları infaz edip hendeklere atıyorlar bugün. Bu anıtların, hendeklere düşen o bedenlere hiçbir faydası dokunmuyor, çünkü bunlar toplumu her yerinden kavrayan sarsıcı bir vicdan muhasebesi yapmak konusundaki direnci güzelce gizlemekten başka bir işe yaramadı, yaramıyor. Siz bu sembollerin arasında her şeyden habersiz gezinip dururken, arka planda, toplumun hücrelerinde her türden nefret ve düşmanlık sinsice büyümeye devam ediyor.
O zaman da insanın aklına bir kurt düşüyor işte: Bu esmer bedeni Dresden'e götürmeli miyiz, götürmemeli miyiz?