D_Masthead_970x250

Ekonomide vasatlığın dayanılmaz ağırlığı

Demokrasi ve hukukun üstünlüğü yerlerde süründükçe umutlu olmak zor

 

Bu hafta güncel gelişmelere mesafe koyarak ekonomik gidişat ile ilgili genel bir durum tespiti yapmak istiyorum. Ekonomik büyüme temposu, bu yılı da dâhil edersek, tam beş yıldır AKP’nin ilk dokuz yılına (2003-2011) kıyasla çok düşük seyrediyor. İlk dönemde GSYH’nın yıllık ortalama artışı reel olarak (sabit fiyatlarla) küresel kriz sırasında yaşanan yüksek daralmaya rağmen yüzde 5’i bulmuştu. Ev yapımı krizlerin yaşandığı ve ortalama ekonomik büyümeyi ancak yüzde 3’ün biraz üzerinde kapatan kayıp 1990’lara kıyasla başarılı bir performans söz konusuydu. Bu sayede “yükselen ekonomiler” liginde Türkiye, Çin ve Hindistan gibi büyüme canavarları bir yana, üst sıralara yerleşmişti.

Bu başarılı performans talep yönünden özel tüketim ve yatırımlardaki canlılıktan kaynaklanırken, arz (üretim) yönünde yüksek verimlilik artışları söz konusuydu. Bu başarının öyküsü uzun hikâye. Birkaç cümleyle şöyle özetleyebiliriz: 2001 yılında dibe vurduktan sonra yapılan kapsamlı makroekonomik reformlara (Kemal Derviş reformları) ve mali disipline sahip çıkan AKP iktidarı aşırı yüksek enflasyonu ve faizleri dizginlemeyi başardı. Buna AB üyelik müzakerelerinin başlamasıyla (2005) ortaya çıkan doğrudan yabancı sermaye patlaması da eklendi.

Ancak bu parlak gidişatın bir de karanlık tarafı vardı. Tamamen iç talebe, özellikle tüketime dayanan büyüme sürecinde yerli tasarruflar geriledi ve artan dış açıkla birlikte özel kesimin dış borçlanması da hızla arttı. O kadar ki 2011 yılında cari açığın GSYH’ya oranı yüzde 10’u bulmuştu. Normalde bu dengesiz büyüme süreci 9 yıl sürmezdi. Ömrünü uzatan uluslararası finans piyasalarını sarhoş eden para bolluğu oldu. Sıcak para akımı (kısa vadeli borç) dış açığı finanse etmekle kalmadı TL’yi de aşırı ölçüde değerlendirerek dış açığı körükledi.

2011 yılının ikinci yarısında AKP ekonomi yönetimi bu dengesizliklerin ekonomiyi duvara toslatmasından endişe ederek kapsamlı bir düzeltme yapmaya karar verdi. Ayrıntılara girmeyelim. TL’nin değeri kontrollü bir şekilde düşürüldü, tüketim kredilerine kısıtlar getirildi, yeni yatırım teşvikleri ilan edildi, ithalatı kısmaya yönelik stratejiler tasarlandı… Amaç özel tüketimi dizginlemek ihracatın da ithalattan hızlı artmasını sağlamaktı. Böylece dış açık da sürdürülebilir düzeylere çekilecekti. Hedef büyüme oranı yüzde 5 olarak belirlendi. Bu yeni rejime güzel de bir isim kondu: Dengeli büyüme.

Bu büyüme hedefi birkaç ay önce AKP’nin büyük tantanayla ilan ettiği 2023 hedeflerine (kişi başına 25 bin dolar!) ulaşmak için bir hayli yetersizdi ama nispeten makuldü. “Hele bir dengesizlikleri düzeltelim ondan sonra daha iyisini yaparız” denmiş olabilir. Oysa aradan 5 yıl geçti yüzde 5 bile bir türlü tutturulamadı. 2012-2014 döneminde büyüme yüzde 2 ile 4 arasında gidip geldi ve ortalama yüzde 3,3 oldu. Bu yıl da düşük kalacağı kesin gibi. Ekonomi bakanları “yüzde 4’ün altını” çoktan kabullendi. Bağımsız kuruluşların son tahminleri ise yüzde 3 civarını işaret ediyor. Büyüme oranı bu bıçak sırtı eşiğin altına bile gerileyebilir. Öte yandan cari açık yüzde 5’in altına çekilebildi ama ihracat sayesinde değil düşük iç talep özellikle de serbest düşüşe geçen petrol fiyatları sayesinde bu başarı elde edilebildi. Verimlilik artışı ise 5 yıldır yerinde sayıyor.

Ekonomik büyüme sorunlarına aşina olmayan okuyucular bu olgulara bir anlam veremeyebilir. Konuyu biraz açalım. Ekonomik kalkınma ve toplumsal refah artışında temel gösterge kişi başı ortalama gelir artışıdır. Bunu tamamlayan unsur da artan gelirin adil dağılımıyla yoksul sayısının azalmasıdır.

Bu bakından ekonomik büyüme oranından yüzde 1,3 düzeyinde seyreden nüfus artışını düşmemiz gerekiyor. Bu hesapla 2003-2011 döneminde kişi başı ortalama gelir artışı yüzde 3,7’yi buluyor. 2012-2016 döneminde ise yüzde 2’ye inmiş durumda. Ne kadar fark eder ki demeyin. İki bakımdan çok fark eder. Bir kere birikimli büyüme dinamikleri uzun dönemde gelir düzeyi farkını şiddetlendirir. Örneğin on yılda ortalama gelir yüzde 3,7 büyümeyle yüzde 45 artar. Buna bir de yüksek büyümeye eşlik / kaynaklık eden verimlilik artışları ekleneceğinden TL de sağlıklı şekilde bir miktar değerlenir. 10 bin dolarlık ortalama gelir on yıl sonra 17 bin doları bulur. Türkiye de orta gelir tuzağından kurtulur. Kişi başı gelirde yüzde 2’lik artışla ise - bu düşük büyümede verim artışları da son beş yılda olduğu gibi yerinde sayacağından - on yılda 13 bin doları zor yakalarız.

Daha önemlisi yüzde 2 gelir artışıyla yüksek gelir eşitsizliğini düzelterek yoksulluğu azaltmak çok zordur. Pasta hızla büyürken düşük gelirlerinin paylarını artırmak nispeten kolay, yavaş büyürken ise zordur. Zenginden alıp yoksula veren güçlü sosyal politikalara ihtiyaç duyulur. Nitekim ilk dönemde gelir eşitsizliği ve yoksulluğun sınırlı da olsa azalmasına şahit olduk. Geçen hafta açıklanan Gelir ve Yaşam Koşulları istatistikleri 2014’te gelir eşitsizliğinin, 2015 yılında da yoksulluğun arttığını gösterdi (Bkz. geçen haftaki “Gelir eşitsizliği ve yoksullukta ters rüzgâr” başlıklı yazım). Düşük büyümeyle birlikte düşük gelirlerde iyileşmenin sonuna gelinmiş olması çok muhtemel.

Resmi söylem ne derse desin beş yıldır süren düşük büyümenin AKP iktidarını rahatsız ettiğine ve endişelendirdiğine kuşkum yok. Sürekli “bu yıl olmadı ama gelecek yıl hedeflediğimiz yüzde 5 büyümeyi yakalayacağız” deniliyordu. Bu yıl da aynı söylem tekrarlanıyor. Ama diğer yandan da tüketim kredilerinde kısıtlamalar kaldırılmaya başlandı. Durgun yatırımları canlandırmak için daha önce çıkarılan teşvikler etkili olmayınca kısa süre önce çıkarılan teşvik paketleri ekonomik akılcılığı zorlayan bedava arsa, yıllarca her türlü vergiden muafiyet, hatta devlet eliyle anahtar teslimi fabrika gibi yeni iştah açıcılarla dolduruldu.

Bu hamlelerin düşündürücü yanı ekonomik reform gibi sunulmaları. Ne alakası var anlamıyorum. Türkiye ekonomisinin düşük büyüme çemberini kırabilmesi insan verimlilik artışlarını yeniden devreye sokacak başta eğitim olmak üzere kapsamlı yapısal-kurumsal reformlara bağlı. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü yerlerde süründükçe umutlu olmak zor.

İlgili İçerikler