Son on günde yeniden yoğunlaşan İsrail-Filistin çatışmalarında, herhangi bir orantısız güç kullanımı göremeyen Amerika’ya bakınca, emperyalizmin işgal politikalarının pişkinliği ile tekrar tekrar yüzleşiyor insan.
Malum, bazı ülkeler koruma ve kollama altına. Kime karşı? Tabii ki isyancılara ve teröristlere.
O yüzden İsrailli milletvekili rahatlıkla şöyle söyleyebiliyor: “Onların hepsi bizim düşmanımız. Bu, öldürülen teröristlerin anneleri için de geçerli. Ölmeliler ve evleri yıkılmalı ki bir daha terörist yetiştiremesinler…”
Aslında bizim coğrafyamıza hiç yabancı olmayan bir akıl yürütme. ‘Doğal düşman’ ilan ettiğimiz halkların, doğal afetlerde ölmesine bile sevinen bir halkız neticede.
Ayelet Shaked’in düşmanı kim?
“Filistinliler”
Neden?
“Bu savaşı neden çıkarttıklarını onlara sorun!” diyor Shaked.
Soruyu Filistin eski Başbakanı İsmail Haniye yanıtlıyor:
"Bu savaşı biz başlatmadık. Her damla kan bizim için değerli ve kutsaldır. Sorun durmak ya da sakinleşmek değil. Sorun Gazze’nin mevcut durumunda; kuşatma, bombalama, öldürme, baskı ve tutuklamalar devam ediyor... Gazze’de çalışan işçilerin hakedişleri aylardır İsrail tarafından engelleniyor. Burada yaşayan insanlar beş kuruş almadan yaşamaya çalışıyor. Sorun bu sancının her Filistinlinin evine yaydığı acıdadır. Bu boğucu kuşatmanın bitmesi gerekiyor. Kudüs’te devam eden tutuklamaların bitmesi gerekiyor. İsrail'in bu uygulamaları barışa engeldir...”
Ne kadar tanıdık değil mi?
Zulüm de, acılar da, vicdansızlık da, kayıtsızlık da, sessizlik de… ne kadar tanıdık!
Haklı bir davanın desteklenmesi, bütün dünya halklarının sorumluluğu. İşgal ve zulüm nerede, hangi coğrafyada, hangi halka yapılırsa yapılsın hepimiz ayağa kalkmak zorundayız.
Yaşlarımız, tarihi tanıklığa yetmese de biz unutmadık: 1982’de Lübnan’a yapılan İsrail saldırılarında öldürülen binlerce sivili unutmadık. Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında işkence edilerek katledilen savunmasız insanları unutmadık. Kana katliamında öldürülen Lübnanlı sivil mültecileri unutmadık. Jenin’i, Rafah’ı, Marwahin’i unutmadık. 2008 Gazze kıyımını unutmadık...
İsrail Meclisi’nde “Şatila’da ve Sabra’da, Yahudi olmayanlar, Yahudi olmayanları katletti, bundan bize ne?” diyen Menahem Begin’i de unutmadık.
“Her vatan bir yaradır… Topraksız bir halk, ailesiz bir çocuk gibidir. Topraklarından kovulanlar, yaşamdan koparılanlar, varlıkları ve kimlikleri sakatlananlar…” onları asla yalnız bırakamam diyen Jean Genet’yi de unutmadık.
Bugün yaşasaydı, bu aşırı sağcı, ırkçı, faşist milletvekiline şöyle söyleyecekti:
“Gerçek terörizm, insanları silaha sarılmaya yönelten derin nedenlerin üstünü örten şeydir.”
Fransız yazar Jean Genet, ‘Şatilla’da dört saat’ adlı makalesinden sonra İsrail karşıtı olmakla suçlanmıştı. Oysa, Onun İsrail’e tepkisi, kendisine ait olmayan bir toprağı işgal eden herhangi bir devlete göstereceği olağan tepkiydi. İsrailli yöneticilerin kibrinden ve hoyratlığından nefret ediyordu. Tüm derdi bu hoyratlığı teşhir ve zulme tanıklık etmekti.
80’li yıllara kadar bir çok mülteci kampı dolaşmış. “Açlığın, susuzluğun, tozun toprağın içinde patlamış topla oynayan çocukların, gün ağarmadan kamptan ayrılan ve bir daha geri dönmeyen genç erkeklerin, kamp hayatının bezdirdiği yorgun ama onurlu Filistinli kadınların…” izlerini sürmüştü:
“Kamplarda geçirdikleri yirmi yıllık sürgün hayatları boyunca sığınmacılar, düşlerinde hep ülkelerini, Filistin’i gördüler; hiçbiri İsrail’in ülkelerini baştan aşağı değiştirdiğini, arpa tarlalarının olduğu yerde şimdi bankaların bulunduğunu, üzüm bağlarının yerinde elektrik santralinin olduğunu düşünmeye cesaret edemediler…”
Ama Genet’nin en acı ve önemli tanıklığı 1982 yılında Sabra ve Şatila katliamlarının hemen sonrasında -bir rastlantı eseri- Batı Beyrut’ta bulunmasıydı:
“Bu yazıyı Beyrut’ta yazıyorum. Burada, ölüm çok yakınımda olduğu, her yerde karşıma çıktığı için daha gerçek duygularla yazıyorum.
Şatilla’da gördüklerim; dehşet… dehşet… dehşet…
Sokaklar o kadar küçük ve dar, ölüler o kadar çoktu ki. Cesetlerin istisnasız tümü işkence yapılarak öldürülmüştü. Bir Filistin mülteci kampı için, küçük nihai bir çözüm… Uzun bir gecenin sessizliği içinde, Amerikan yerlilerinin katilleri gibi maharetle icra edilen bir katliam. Herkesin kökü kazınıyor, sonra da izler siliniyor. Tek kelime olmayacak. Adalet yok, uluslararası öfke yok…
Oradaki tek Avrupalı bendim. Çevremde yalnızca ellerinde yırtık, beyaz bir kumaş parçası tutan birkaç yaşlı Filistinli kadın ve silahsız birkaç genç direnişçi vardı. ölülerini ararken, hiçbir zaman cevap veremeyeceklerini bile bile onlara sesleniyorlardı.
Kan gölüne dönmüş kampı ve yerde yatan, kararmış, şişmiş Filistinlileri gördüğümde etrafımda bu birkaç insan olmasaydı kesinlikle delirirdim.
Kamplardaki sivil halka dokunulmayacağına söz veren Reagan, Mitterrand ile Pertini’ye inanıp Arafat ile beraber giden anne babalara şimdi bunu nasıl söyleyeceğiz? Çocukların, yaşlıların, kadınların katledilmesine kimsenin ses çıkarmadığını nasıl söyleyeceğiz onlara? Ölülerinin nereye gömüldüğünü bilmediğimizi nasıl söyleyeceğiz?
Bunları, üstüme sinen ölümün kokusuyla yazıyorum; çürümüş cesetlerin kokusu. General Şaron’un himayesi altındaki Falanjistlerin gece yarısı saçtıkları -ve cezasız kalan- ölümün, adaletsizliğin, nefretin kokusu…
İsraillilerin yerleştiği Akka Hastanesi, Şatila Kampı’nın kapılarından birinin yalnızca kırk metre uzağında. Bu mesafeden hiçbir şey görmemiş, hiç bir şey duymamış, neler olup bittiğini anlamamış İsrailli askerler!..”
Tarafsız bir bölgedeki kamplara sığınmış yüzlerce kadın, çocuk ve yaşlı insanın öldürülmesinden bahsediyoruz. 1700 sivilin üç gün boyunca aralıksız işkenceden geçirilerek katledilmesinden.
2006 yılı İsrail yapımı bir animasyon olan ‘Beşir’le Vals’ Sabra ve Şatilla katliamlarını İsrail’li genç bir askerin gözünden anlatır.
Bu ‘yaratıcı’ animasyonun dilinizde bıraktığı estetik tada, bu tarihi yüzleşmen ‘dokunaklı’ kurgusuna kapılarak izlediğinizde alacağınız mesaj şudur:
“Bu kanı döken zalim ve vahşi eller bizim değil, Hıristiyan Falanjistlerin elleri… Biz sadece ‘geceyi’ aydınlattık. Katliamı onlar yaptı!.. Eh biz de yara aldık tabii. Ama biz zaten ‘yaralı’ bir halk değil miydik? Auschwitz’den gelmedik mi buralara!..”
Üç gün boyunca geceleri Sabra, Şatila, Burc Baracne kamlarınına ışık saçan füzeler yolluyorlardı ve bu ışığın altında katliam yapılıyordu.
İsrailliler sadece kampı aydınlatmaktan başka bir şey yapmadılarsa gerçekten, katliamı yapanlar kimlerdi? Falanjistler mi? Haddadçılar mı? Kamplara nasıl girdiler? Kaç kişiydiler? Bütün o insanları öldüren silahlar nereye gitti? İsrailliler o üç günün sonunda nihayet kampa girip ‘katliama’ son verdiklerinde katiller nereye kayboldu?
Neden onca masum insanı işkence yaparak öldürdüler?
Aslında en anlamlı soru Jean Genet’nin:
“İşkence görmüş tüm bu kurbanların arasında dolaşırken zihnimde ‘görülmesi mümkün olmayan biri’ var: İşkenceci nasıl biriydi? Kimdi o? Onu hem görüyorum, hem göremiyorum. Tam ‘görüyorum’ dediğimde gözlerimi oymaya başlıyor, hiçbir şey göremiyorum. Bu işkencecinin görüntüsünü, güneşin ve sinek bulutlarının saldırısı altında eriyen ölülerin bedenleri çizebilir mi?”
Genet’nin Batı Beyrut günleri tanıklığı yalnızca bunlar değil:
“Bir Hıristiyan arkadaşım anlattı: Hava bombardımanının yüzlerce kişiyi öldürdüğü gün bir sandık bulduk. Ortodoks Kilisesi’nin mezarlığında büyük bir çukur kazılmıştı. Sandığı cesetlerle doldurup o çukura boşaltıyorduk. Bombalar tepemizde patlarken toplayabildiğimiz cesetleri ve kopmuş organları elimizdeki sandığa dolduruyor, sonra gidip çukura döküyorduk.
Bir ara yaşlı bir adam koşarak önümüzden geçti. Nereye gittiğini sordum. Mezarcı olduğunu, mezarlığın bombalandığını ve onun için yardım aramaya gittiğini söyledi. Ölülerin kemikleri havada uçuşuyormuş. Koşarken “Kemikleri toplamak için yardıma ihtiyacım var” diye bağırdı.
İsrail, insanları öldürüyor; ölüleri bile yeniden öldürüyor…
Filistinli bir milisin söyledikleri: İsrail ile çok yönlü bağlantılarımız var. Bize bombalar, tanklar, askerler, sebze ve meyve yolluyorlar. Bizim askerlerimiz, çocuklarımız Filistin’e gidiyorlar. Onların toprakları ile bizim topraklar arasında gidip gelmeler hiç bitmiyor. Dedikleri gibi, biz onlara İbrahim’in zamanından beri bağlıyız; biz de İbrahim’in çocuklarıyız, İbrahim’in soyundan geliyor, o dili konuşuyoruz… İşin özü onlar bizim topraklarımızı işgal ediyorlar; bizi yutuyorlar, boğuyorlar ve sonra da bize sarılmak istiyorlar. Bizim kardeş çocukları olduğumuzu söylüyorlar. Onlara sırt çevirdiğimiz için üzülüyorlar!..”
Filistinlilerin, İsrail devletinin yanında, yaşanabilir, güvenli, dokunulmaz sınırları olan bir devlete sahip olmaları haklarıdır. İsrail devleti Gazze üstündeki ablukasına, kullandığı orantısız güce, Filistinlilerin mağduriyetine ve sivillerin öldürülmesine derhal son vermelidir.
Bu yüzden, İsrail'in saldırılarını her fırsatta sert bir dille eleştiren Başbakan babası gibi, Esra Albayrak’ın "Tez zamanda inşallah İsrail'in ayağını denk almasını ümit ediyorum… Ben bir anne olarak olaylara baktığım zaman yaşananlar dayanılır gibi değil. Biz de sivil bir tepkide bulunmak için buradayız. Sessiz kalmak istemiyoruz," sözleri, her birimiz için bir insanlık dersi olabilirdi. Ancak... İnsan hakları savunuculuğunun sadece dinsel ve etnik aidiyetler üzerinden yapılamayacağını, ölümlerin ve acıların birbirine üstün olmadığını kendisine hatırlatmak isteriz.
Yine bize çok yakın bir coğrafyada, aynı zaman dilimi içerisinde, en az İsrailli yöneticiler kadar saldırgan; Rojova’da Kürt halkına, Irak’da Türkmenlere, kendisine biat etmeyen hemen herkese vahşice zulmeden IŞİD’e de aynı ‘sivil’ tepkide bulunabilirler mi acaba?
Musul’da bir aydan fazladır rehin tutulan, aralarında iki tane bebeğimizin bulunduğu 49 vatandaşımızın, tez zamanda iadesi için de IŞİD’e ‘ayağını denk almasını’ söyleyebilirler mi?
Hepsinden önce, hepsiyle birlikte, bu konuda da ‘sesiz kalmama’ya ve ümit etmekten daha fazlasına ihtiyacımız var zira.
Malum tüm bu saydığım mağdurlar; düşmanları, etnik kimlikleri, inançları, coğrafyaları her kim ve ne olursa olsun nihayetinde ‘insan’ ve onların durumu da ‘dayanılır gibi değil’.
Bütün bunları görmek için anne olmanıza filan da gerek yok.
İnsan olun, yeter.
@SibelYerdeniz