En son okuduğum Leyla Erbil kitabını Melek (Ulagay) hediye etmişti: Üç Başlı Ejderha...
En son Leyla Erbil kitaplarını İlhan (Tokmakçı) için almış, Muş E Tipi Cezaevi’ne yollamıştım; ama eline ulaşmamıştı; ben onun yüreğinin izini sürerken o çoktan başka bir şehre sürgün edilmişti...
Büşra (Ersanlı) cezaevindeyken İlhan’ın ona yazdığı ilk mektubu, Hasan Cemal o zaman Milliyet’teki köşesinde yayımlamıştı: “Umut meleklerini kimse yutamaz!”
Oysa, umut melekleri ortalıkta görünmüyordu. İnsan kurdunun ağzını bağlayacak duayı bilmiyorduk. O içeride, ben dışarıda huzur ve güven içinde yatıp uyuyamıyorduk... Mektubunu okuduğumda, sarsılmıştım...
Dün gece evdeki Leyla Erbil kitaplarımı topladım, masama yığdım... Masamda, evde yapılma bir kalp şarabı; masamda eriyen bir mum yalnızlığı...
Leyla Erbil gitti… İlhan sürgünde… Kitaplarımız kayıp…
Ama yine de sözcükler kaybolmuyor...
Birileri bir yerlerde onlara dokunuyor, biliyorum… Yazdıklarımız, bir yerlerde birilerine dokunuyor, biliyorum…
Dün gece İlhan’ın, Büşra’ya yazdığı mektuplardan birini tekrar okudum...
Yazının gücü; karanlıklarda büyüleyici bir ışık; karanlıklarda sarsıcı bir tanıklık. Her seferinde nefesimi tutarak peşinden gittiğim, kopkoyu karanlıklarda yakıcı bir iz:
“Medeniyet sofrasında bulunmamış doğallığımın cesaretiyle daldım içeri. Cesaretimin kabalığımdan değil, o hesapsız cömertliğinizden geldiğini bilmenizi isterim. Ne yapayım Mamoste, bir tedbir de almamıştınız. Beni hoşgörün…
Yozgatlı, cömertlikte eşsiz olsa da tedbirsiz değildir. Tepeden tırnağa silahlanmıştır. Anayasasıyla, önyargısıyla ve atasözüyle, Kürt’e karşı! Kırılmaz bir önyargı ile der ki Yozgatlı: ‘Kürt’ten olursa evliya, alma avluya,” şükürler olsun ki bu zırhı aşındırdığım da çok oldu. Birçok avlunun eşiğini aştığım gibi dostça paylaşılan sofralarında da bulundum. Gerçi aramızda hep bir ama vardı.
‘Sen çok iyisin, bir de Kürt olmasaydın...’
‘Bakın bu çekik gözlü Kürde değil, daha çok bizim Kafkas soydaşlarımıza benziyor...’
‘Kürdüm’ ısrarı üzerine de ‘Kuzum sen iyi hoşsun da, ne bileyim...’ denirdi.
Onlara göre Kürt olamayacak kadar ‘iyi’ idim. İyiyse Kürt değil ‘Kürt’se iyi değil. Böyle öğrenilmiş, böyle bilmişti Kürdü! Bütün tatlarımızı kaçıran o lanetli, ‘ama’ kalırdı aramızda. Bu yüzden kıyıda köşede hep bir tedbir bulunurdu el altında.
Nasıl bulundurulmasın? Devlet akmış aramıza, kirli karanlık bir ırmak gibi. O adına çokça günahlar işlenen, ama günahını üstlenmekte öksüz-sahipsiz kalan alabildiğince geniş, akmış aramıza.
Biz o yüreksiz rant ortaklığının kıyılarında kalmışız. Orada ellerimizi siper edip gözlerimizle bakmışsak da görememiş, seçememişiz birbirimizi. Alabildiğince kıyılardan bakmanın yabancılığını yaşamışız hep. Ama birbirimizi ezberleyecek kadar iyi biliyor, tanıyoruz da. Biz birbirimizi, bizi aralayan o kirli karanlık ırmağın bize dönük yüzünde okuduklarımızla bilmişiz. Yüzlerce yıllık tanışmışlığımız birbirimize karşı edindiğimiz yargılarımız buradan gelir...
Yozgatlı ırmağın kendine dönük yüzünde okumuş Kürdün ‘asi, medeniyetsiz, eşkıya, bölücü teröristliğini...’ Kürt kendine dönük yüzde inkârını ve yüzyıllık kesintisiz zulmü okumuş. Bu okunuşla biliriz birbirimizi.
Gerçekte ise hiç bilmeyiz. Aramızdaki seti aşıp dokunamamışız birbirimize. Kapı komşuluğumuza; çarşı-pazar, kol kola-dirsek dirseğe gelişimize; en ucuzundan iş pazarlarında köleliğimize; aynı felaketten dolayı yan yana ölüşümüze-yanışımıza, ağıtlarımızın birbiri ardına yakılışına...
Biz birbirimizi tanıma-bilme merakımızı ve ilgimizi aramızdaki o kirli karanlık ırmakta eriteli yüzyıl oldu. Sağlam yaratmıştır devlet yargıyı… Kürt’ten melek de olsa Kürt bu, işi belli olmaz. Vardır koynunun bir yerinde saklı ‘teröristi-bölücüsü’... Kürt’le her temasta ilkin bunlar aranır. Kuyruğu da unutulmaz. Böyle kurmuştur devlet, rant ve zulüm tezgâhını. Bu yarattığı algıdır devletin tek dayanağı...
Biz kardeşliğin emeklerimizin değil bu kirli, ucuz, berbat algının takipçisiyiz. Onu çekip alırsan Yozgatlıdan geriye, berrak bir insan müminliği kalır. Türkiyeli gibi Yozgatlının da tek kusurudur bu algıyı sorgulmaması. Top yekûn böyle de değildir. O kirli karanlık ırmağın daraldığı noktalar da olmuştur. El ele-göz göze geldiğimiz, birbirimize dokunduğumuz, birimizi diğerinden öğrenip-bildiğimiz yerlerimiz de olmuştur. Oralarda kardeşlik yaşanmış, dostluklar başlamış... Oralarda özgürce uçmuş, vurulmamış korunmuş kardeşçe-dostça tedirgin güvercinlerimiz.
Oralarda tek sorun algısı yerle bir olan devletin tahammülsüzlüğü… Çoğaltmalıyız oraları. Tedirgin güvercinlerimizin vurulmadığı zamanları yaratmak için.
Mamoste, Yozgat’ın coğrafik olarak dillere destan çamlığı dışında bir ayrıcalığı yok. Tipik bir Anadolu coğrafyası. Ama yapısal ve tarihsel olarak bilinmeye değer. Bizim iki Kemalimiz var. Biri Mustafa Kemal ki, en az sevildiği ildir Yozgat, dillere destan Çapanoğlu İsyanı’ndan dolayı 60 yıl ceza vermiş ve 60 yıl hiçbir yatırım yapılmamış. Biri de Kaymakam Kemal. Kaldığımız kazada heykeli var Kaymakam Kemal’in. Ondan hatıra kalan Ermeni deremiz var. Anlatmayacağım, yüreğin burkulur...
Bir de Deniz Gezmiş geçmiştir oradan. Peşinde Ankara’dan askerlerle… Her yüreğe sevda Deniz Gezmiş! Benim de ilk sevdamdır.
Bir de olabildiğince kendi kültürel yapısını korumuş otantik köylerimiz var. Arnavut, Türkmen, Çerkez, Alevi, Bulgar göçmeni ve sürgün Kürtleri. Sünnilerimiz de bol. Kendileri yok ama her yerde ayak izleri, ellerinin-emeğinin hüneri Ermeni kalıntıları da var. Adeta yaşam ekmişler uğradıkları her yere… Onlardan kalma bahçeler var ki cennetten bir köşe sanırsın. Bölgede yetişmeyen meyveler bile emeklerinin hürmetine yeşermiş bahçelerinde...
... Yüzünü kızartacağım ama işkencemi uzatmak istemiyorum. Onun için bir çırpıda söylüyorum; okumamı önerdiğin kitaplar ben de yok Mamoste... Ne Leyla Erbil’in kitapları var, ne de diğerleri. Kitap isteyebileceğim bir tanıdık da yok dışarıda... Burası Muş, yokuşu kadar inişi olsa da hep yokuş tarafı görülür. Kütüphanemiz oldukça gariban. Sürgün giden arkadaşlar da içinden seçip yanlarında götürmüşler... ...”
Yüreğin ağırlığı, günün karanlığı; Karanlığın Günü…
Leyla Erbil’den, ‘Kalan’ı yazmıştı Büşra ‘içeride’yken:
Kürtler hep ‘bizdendi’, adı, dili gizli! Hepsiyle birlikte var oldum. "Onlar, ötekiler! Bizim ötekilerimiz. Ötekilerin bizi kimdir?"
Kalan bunlar değil sadece, Kalan -kaldığı kadarıyla- İstanbul, Kalan hukuksuzluk, Kalan faili meçhul olanlar, Kalan annelik, ablalık, erkeklik, babalık, üvey babalık… Kalan aynalı pasaj, Kalan kesilip erkek kardeşe çorba yapılan tavuk İshak, Kalan "İyiyle kötüye karar vermiş otoritenin yarattığı kahraman gölgeleri…"
Bir mum yakıyor bir yerlerde birileri; gölgeler oynaşıyor karanlıkta, gece uzun…
“Dargeçit’te, kuyuda bulunan kemiklerin bir kısmının on üç yaşındaki Seyhan Doğan'a ait olduğu tespit edildi,” haberini okudum bugün.
Devlet babanın kahramanlık gölgeleri… Karanlıklardan da karanlık, kanlı gölgeleri…
Leyla Erbil’in ölüm haberiyle birlikte okudum.
“Franz Kafka’nın baba figürü bende ‘devlet’ olarak yerini almış olabilir. Kafka’nın babası oğlunu yaralamış.
Bizim de ömür boyu karşımıza dikilen, şiddete şehvetle düşkün, sömüren, ürpertici olmaktan yılmayan, barış ve sevecenlikten nasibini almamış Tanrı-Devlet var. Size işkence etmesine gerek bile yok, kendini seyrettirerek verdiği gözdağı yeterlidir. Milyonlarca insanımız bu uğurda mücadele ederek yaşamış ve ölmüşlerdir ama bir adım ilerleme olmuş mudur?
Franz Kafka’nın babası hepimizin babasıdır; sakatlayan, hadım eden, alt edilmek korkusuyla delice geberten baba…” diyor Leyla Erbil.
Çocuğun kemikleri bulunmuş… sevinelim mi?
“Usul, usul erimeye koyuldu direncim, insanlara beslediğim eski sevecenliğinin yerini bir süre evde yapma kalp şarabı aldı, bulantımı bastırmak için…” diyor Leyla Erbil.
Çivi çiviyi söker misali, kelimelerle bastırıyorum acımı, sözcüklerle oynuyorum, sözcüklerle yakıyorum mumları, yaktıkça gölgeler oluşuyor…
“Bir mum yakan, bir gölge yaratır…” diye kulağıma fısıldıyor Yerdeniz Büyücüsü
Olsun. Gölgelerden korkmuyorum!
Yazı uzun, Hayat kısa, Devlet derin…
Bazen durup nefes almak gerekiyor, boğulmamak için…
Bazen kitaplara, mektuplara, sözcüklere tutunmak gerekiyor gidenlerin ardından.
T24’de yazı yazmaya başlayalı bir yıl olmuş…
Bu bir yıla dönüp baktığımda, Türkiye’de gazetecilik yapmanın ne demek olduğunu -yıllar sonra- bir kez daha anlıyorum.
Ülkemde gazetecilik yapmak demek her şeyden önce ‘hukuksuzluğun ve adaletsizliğin’ çetelesini tutmak demek.
Oysa ‘yazı yazma deneyimi’ üzerine yazmak istiyordum bu bir yılın sonunda.
Yüreğimize serpilen su gibi, hayatımıza giren kadınlar ve erkekler üstüne yazmak istiyordum.
İlhan, öyle girdi hayatıma.
Her şeye ragmen ‘yağmur’ kalan kadınlar vardır.
Melek onlardandır. Büşra onlardandır.
Leyla onlardandı…
Şimdi bu yağmur kadından, bu kelimelerin büyücüsünden bana Kalan; denenen bütün iyi ve kötü yanlarımızla bana Kalan;
Uzaklardan geçen bir ‘vapur’ uğultusu… Çok eski zamanlardan bir tren yolculuğu…
“Konuşmadan geçen bir tren yolculuğunda, aradıklarımın tümünü bulmuştum onda; O gitti, büsbütün mutsuz oldum; aradıklarım neydi bilmiyorum ama onda vardı -özellikle beni bırakıp gitmesi, onda vardı..."