Devrimler hayli karmaşık işlerdir. Doğrusu dünyada yaşanmış tüm devrimleri açıklama becerisine sahip tek bir teori de yoktur. Kimi ülkelerde devrime yol açan unsurlar veya gelişmeler başka ülkelerde benzer bir sonuç vermeyebilir. Bu durum, devrimlerin yaşanmasını kolaylaştıran ya da gerekli koşulları oluşturan dinamiklerin bilinemeyeceği anlamına elbette gelmez. Sadece aynı formülün her yerde geçerli olmayabileceğini gösterir. Geriye dönüp bakınca anlaşılır kılınabilen, geleceği belirlemek için yeterli olmayabilir.
Şah rejiminden nefret eden en ciddi İran uzmanları bile devrimin gelebileceğini öngörememişlerdi. Bunlardan belki de en önemli isimlerden sayılması gereken, İran devrimiyle ilgilim kitapları da bulunan Nikki Keddie, bu nedenle “Devrimler öngörülebilir mi: Nedenleri anlaşılabilir mi?” başlıklı bir makale yazmış daha sonra bu makale, üzerinden yapılan derin ve verimli tartışmaya katılanların yazılarıyla birlikte aynı başlıkla kitap haline de gelmişti. Bir bakıma devrimlerin öngörülebilirliği hakkında varılan yer, Hegel’in “Minerva’nın baykuşu kanatlarını akşam karanlığı çöktükten sonra açar” önermesindeki gibiydi. Olay olup bittikten sonra anlaşılabilirdi ancak.
Gerçekten de geriye dönüp bakıldığında İran’da devrimi oluşturabilecek koşulların varlığı aşikardı. Ancak, bugünkü bilgimizle Şah’ın farklı kararlar alması, ordunun farklı davranması, kimilerine göre ABD’nin müdahale etmesi olayların akışını da değiştirebilirdi. Gene de T24 Pazar’daki önceki yazımda bahsettiğim ve Şah’ın meşruiyetini çok uzun zaman önce yitirmesine yol açan gelişmeler, baş döndürücü bir hızla büyüyen ekonominin 1977’de durgunluğa girmesinin orta sınıflarda yarattığı tepki, Şah’ın İran toplumunun en güçlü unsurlarından muhafazakâr/geleneksel ticaret erbabının çıkarlarına aykırı modernleşme siyasetleri uygulaması, bu çevrelerle bağları çok güçlü ruhban sınıfının giderek radikalleşmesi elbette yaşananlara katkıda bulunmuştu.
Şah, 1953’ten beri ilk kez toplumun tüm kesimlerinin toplu isyanıyla karşılaşmıştı. Bunların hepsiyle, kurduğu sistem aynı anda başa çıkamayacaktı. ABD istihbaratı İran’da ne olup bittiğiyle ilgili gayet derin bilgilere sahip olmasına rağmen bu ülkede bir devrim olabileceğine ihtimal verememişti. En nihayetinde de müdahaleye sıcak bakmayan Başkan Carter’in dediği gibi “İran bizim değildi”.
Birbirleriyle Şah’ın gitmesini istemek dışında siyasi hedefler açısından ortak yanları çok az olan grupların hepsinin bu hedefe yönelik olarak kitleyi ayaklandırabilmesinde Şii dinî hiyerarşisinin rolü çok merkeziydi. O hiyerarşiyi harekete geçiren de 1963 Beyaz Devrimi’nden sonra sürgüne gönderilen, Şii geleneğinde yeri olmayan bir siyasi modeli, “Velayet-i Fakih”1i 1970’lerde öne çıkarıp savunan Ayetullah Humeyni idi. Azılı bir Amerikan düşmanı olan ve bu konuda tavizsiz gözüken Humeyni’nin gerek 1963’te gerekse Necef’ten sonra gittiği Paris yakınlarındaki karargahından Amerikan yönetimiyle uzlaşma yolu aradığını, onları kendisinden bir zarar gelmeyeceğine ikna etmeye çalıştığını artık biliyoruz.
1963’te Başkan Kennedy’e Amerikan elçiliği aracılığıyla gönderdiği mesajda, kriptonun yazdığına göre “Humeyni İran’daki Amerikan çıkarlarına karşı olmadığını açıkladı…Tersine Sovyet ve İngiliz etkisini kırmak için Amerikan varlığı gerekliydi.” Şah’ın ülkesini terk etmesinden sonra İran’a dönüş hazırlıkları yaparken de ordunun hışmından korkan Humeyni Beyaz Ev’e gönderdiği bir mesajda, “Göreceksiniz Amerikalılara yönelik özel bir düşmanlık beslemiyoruz, İslam Cumhuriyetimiz tüm insanlık için barışa ve huzura hizmet edecek, insani bir Cumhuriyet olacaktır” diyordu. Bu yazışmalar, kitleye yönelik Amerikan’ın şeytanlığını ilan eden söyleme elbette engel teşkil etmiyordu.
Necef’te doldurduğu kasetler her Cuma camilerde dinletilen, toplumsal muhalefetin sesi, önderi ve iradesi sayılan Humeyni’nin devrim sırasındaki dava arkadaşları Şah rejimi bittikten sonra yaşlı İmam’ın Kom şehrine çekileceğini düşünmüşlerdi. Musaddık’ın partisi Milli Cephe’den, solculara, din adamlarının siyasetin içinde olmaması gerektiğine inanan ve bu nedenle sakalı kesilerek ev hapsine alınan Azeri Ayetullah Şeriatmedari’ye, Şah’a karşıtlıklarının göstermek için çarşafa bürünerek meydanlara çıkan laik/modern kadınlara kadar herkes Humeyni’nin siyasi projesini hafife almanın bedelini geçen zaman içinde ödedi.
Devrimler hakkında söylenen en genel-geçer ve doğru söz “devrimlerin önce kendi çocuklarını yediği”dir. Yeni gelenlerin içindeki mücadelede de daha radikal olanlar, daha acımasız ve tavizsiz de olduklarından iktidarı şiddetle ele geçirirler. Ve her devrim bir şiddet/terör dönemi yaşar. İran’da da işler farklı gelişmedi. Devrim kendi çocuklarını yedi. Yüzde 75 gibi bir oranla İslam Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Ebu’l-Hasan Beni Sadr, 18 ay sonra canını kurtarmak için İran’dan kaçmak zorunda kaldı. Devrime büyük katkı yapan kadınlar, örtünme zorunluluğunun gelmesine karşı 1979’un 8 Mart Kadınlar Günü’nde gösteri yaptıklarında saldırıya uğradılar. Üniversiteler, devrimin, Batı tarafından zehirlenmiş kafaları ve ruhları temizleme hedefine uygun olarak iki yıllığına kapatıldı.
Bunların hepsinden önemlisi, tarihsel olarak İran devrimi, yıl içindeki başka yazılarda tahlil etmeye çalışacağım jeopolitik ve siyasi gelişmelerin kapısını açtı.
Yarın Humeyni’nin kurdurduğu hükümetin Şah’ın son hükümetinin yerini alarak devrimci dönemi başlattığı 11 Şubat’ın 40. yılında İran İslam Cumhuriyeti, her türlü baskıya rağmen ayakta kalmayı becerdi. İran’ın dünyada en çok idam infaz edilen ülke olmasına, rejimin 40. yılında ceberut bir kleptokrasiye dönüşmesine; Devrim Muhafızları’nın ekonomik sistem içinde müthiş rant kaynakları kontrol ettikleri için iktidarın en güçlü ortağı haline gelmesine; gençlerde dindarlığın hızla azalmasına ve mollaların ve rejimdeki sertlik yanlılarının iktidarı kaptırmamak için kendi toplumlarına 2009’da çok şedit bir baskı uygulamasına; her yıl 125 bin eğitimli gencin ülkeden göç etmesine engel olamamasına; meşruiyetini büyük ölçüde yitirmesine rağmen İslam Cumhuriyeti’nin yıkılma tehlikesi yok.
Bunun da en büyük sebebi, bir devrim ve onun şiddet ve kan dolu yerleşme sürecini yaşamış olan toplumun yeni bir devrim ihtimalinden şeytandan korkar gibi korkması.
Buna karşılık 40 yılda okuryazarlık oranı yüzde 35’ten 84’e çıktı. Simgesel iktidarı kadınların örtünmesi, kontrolü ve ezilmesi üzerinden kurulan bu rejimde her şeye rağmen 1976’da her bin kadından 25’i üniversiteye giderken bugün bu oran 173’e yükseldi. Diplomalı çalışan kadın oranı 1980’de yüzde 5,2 iken 2016’da yüzde 46,9 oldu. İşgücünün yüzde 17si, Parlamento üyelerinin 5,9’u kadınlardan oluşurken belediye meclislerinde de 4029 kadın görev alıyor. Kadınlar elçi, cumhurbaşkanı yardımcısı olabiliyor. İran edebiyatı, entelektüelleri, film yönetmenleriyle dünya kültürüne katkı yapmaya devam ediyor ve rejimin karanlık yüzü İran toplumunun aydınlığı nedeniyle bir Suudi Arabistan kadar tepki çekmiyor.
Yıl içinde çeşitli yıldönümleri vesilesiyle İran devriminin bölgedeki ve dünyadaki jeopolitik dengeye nasıl etki yaptığını, mezhepçiliğin bir bela olarak tüm bölgeyi sarmasına doğrudan ve dolaylı katkısını ve jeopolitik olarak ABD’nin büyük hatalarından yararlanarak nasıl bir hegemonik güç haline geldiğine değineceğim.
TIKLAYIN: Devrim, İran, 1979: Bitmiş bir İslamcılığın evrak-ı metrukesi