Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye. “Ol” der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz. Bu kez bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı. Bulut olur. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Rüzgâr olmak ister bu kez. Ona da “Ol” der Tanrı. Rüzgâr her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Her şey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Oradan eser buradan eser, kaya bana mısın demez! Bildiniz! Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı… Ama sırtında bir acı ile uyanır... Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır!
Bu hikayede aktarıldığı üzere, hayatta öyle zamanlar vardır ki olanları ne değiştirebiliriz, ne kabul edebiliriz, ne de anlayabiliriz. Aklımızla veya sezgilerimizle karşılamaya çalışırken, bazen görmezden gelir, bazen de tam içine düşeriz. Engellemek, değiştirmek, seçmemiş olmak isteriz. Ama ne kadar uğraşırsak uğraşalım kader diye çağırdığımız ve farklı anlamlar yüklediğimiz bir kavram var.
Amor fati, Friedrich Nietzsche'nin eserlerinde sıklıkla kullandığı bir terimdir. Türkçe'ye, çevirmenler tarafından genellikle kader sevgisi olarak çevrilen bir terim. 'Amor Fati', yani ‘yazgını sev' ilk bakışta öyle algılanabilse de kof bir kadercilik anlamına gelmiyor. Hayatın en üst düzeyde olumlanması, Nietzsche'nin deyimiyle 'evet'lenmesi anlamına geliyor.
Kader dille, dinle, uyrukla, soyadları ile biçimlenmişse de, kaderin koşullarını kadercilikle bağlamadan bir çıkış noktası, hatta sıçrama tahtası yaparak, kendimizi gözlemleyebileceğimiz ama saplanıp kalmayacağımız bir alan olarak görerek, bir şekilde mantıklı olandan hareket ederek kendimizi gerçekleştirme çabasına girmek en doğrusu belki de.
Antik Yunan ve Roma'daki Stoacı felsefeciler de düş kırıklıklarımıza daha felsefi bakmayı öğretmeye çalışmışlardır. Hepimizin tasmalı köpekler gibi olduğumuzu savundular. Tasmanın kayışı bize rahat hareket edebileceğimiz alanı sağlayacak kadar uzun, arzu ettiğimiz yere gidebilmemiz içinse çok kısadır.
Stoacı felsefenin kurucusu Filozof Zeno durumu metaforik olarak şöyle açıklamıştır. “Tasmalı köpeğin takip etmesi isteniyorsa, sahibi önce tasmayı gitmek istediği yöne doğru çeker; köpek onu takip eder. Aslında köpek doğası gereği, gitmek istediği yere gitmeyi umacaktır. Köpek çekildiğinde ilk dürtü olarak tasmanın ani sapışına karşı savaşmak istemiş olabilir ama direnişi acısını arttırmaktan başka işe yaramaz. Tasmanın peşinden gitmek, tasmanın peşinde sürüklenmekten ve boğulmaktan daha iyidir. Takip etmek istemese de en sonunda bunu yapmak zorunda kalır.”
Metafora uygun olarak her birimizin boynunda bir tasma olduğunu düşünürsek, niyetimizin dışına çıkan olaylara karşı duyduğumuz isyanın şiddetini azaltmak mümkün. Bu yaklaşım ilk etapta kulağa pasifizm gibi gelse de; pasifizmden ziyade üstesinden gelemeyeceğimiz şeyler için öfkenizden vazgeçerek cesaretinizi toplamak için verilmiş bir tarif olarak kabul etmek daha anlamlı olur.
Tasmalı bir köpek ile aramızda bir çok benzerlik var, ama biz çok önemli bir avantaja sahibiz. Bizim mantığımız var, köpeğin yok. Yani bu güzel hayvan genellikle bir tasmaya bağlı olduğunu bile kavrayamazken, bizim mantığımız, isteklerimizin ne zaman gerçeklerle çakıştığını ve ne zaman kendimizi öfke ve acıya teslim etmeden, zorunluluklara boyun eğmemiz gerektiğini görmemizi sağlar.
Bir eşyanızı kaybettiğinizde bulunması için her tarafa baktı iseniz artık bunu bilgece kabullenmek lazım. “Talih, demek sizin daha az eşya ile ve o eşyasız bir kişi olmanızı buyuruyor” demektir.
‘Amor Fati’ aslında varoluşçu felsefeye oturan bir düşünceyi temsil etmekte ve insana kendi yazgısını değiştiremese bile onu sahiplenme özgürlüğünü tanımaktadır. Nietzsche bunu teslimiyetçilik anlamında değil, evrensel döngüsellik kuramını açıklamada kullanır. İnsan olduğu gibidir ve yaşadığı gibi hayatı kucaklaması kaçınılmazdır. Bu durumda insanın kendi hayatına evet demesi, onu olduğu gibi sevmesi ve istemesi kişinin kader sevgisidir. Sören Kierkegaard’dan Albert Camus’ye tüm varoluşçular da felsefelerinde bu temayı kullanır.
Nietzsche’ye göre hayatta yaşadıklarımız, daha önce bir yerlerde mutlaka yaşanmış olan ve döngüsel olarak devam eden şeylerdir ve bu gerçek hiçbir zaman değişmeyecektir. Yani evren, yaşanan şeylerin basit bir tekrarından ibarettir. Radikal filozof buradan yola çıkarak evrensel döngüselliğe bir tepki gösterir ve ‘Amor Fati’ye ulaşır. Yani ‘Amor Fati’ derken yazgıya teslim olmayı değil, zorunlu olanı kabullenme özgürlüğüne vurgu yapar.
Varoluşçulara göre; Yazgı, yarı insan yaratımı (ki bunlar seçimler ve eylemlerle oluşurlar) yarı kozmos yaratımıdır. Bu yüzden kadere lanet etmek son derece mantıksız bir tutumdur. Yapılması gereken, bu doğal döngüyü kabullenmektir.
Özetle; “Bazı olayları değiştirmeye gücümüz yetmeyebilir, ama bu olaylara karşı takınacağımız tavrı seçmek her zaman elimizdedir. İyi bir yaşam sürmek, mutlu ve başarılı olmak istiyorsak Stoacı'ların binlerce yıllık felsefesini dikkate almakta yarar var. Değiştiremeyeceğimiz şeyler için boş yere inatla uğraş vermeyip, kendimizi kaderin akışına bırakmak, değiştirebileceklerimiz içinse savaşmaktan vazgeçmemek” Bunun ayrımını nasıl mı yapacağız tabii ki mantık ile yapabiliriz.
“Kaderini sev ama mantığını dinle!”