Bir kaç yıldır Hollanda’da yaşayan kızlarımla mutlu olduğumuz kısa geziler yapıyoruz. Selanikten başlamıştık, sonra Kuzey İspanya/ Bask bölgesi; bu kez de Sicilya’ya gittik. Bizi buraya Netflix’de seyrettiğimiz Noto’lu Corrado Assenza’nın öyküsü sürükledi. Meraklısı Chef’s Table’daki yeni bölümlerde izleyebilir. Gezimize, THY uçuşlarının da olduğu Katanya’dan başladık. Sicilya coğrafyası (şehir Etna yanardağının eteklerinde kurulmuş) ve kültürü ile ilk karşılaşma ve bir tür başlangıç yapma açısından ilginç olabilir ama biz Katanya’dan pek etkilenmedik doğrusu. Daha sonra ise Siraküza’nın ada kısmında, yani Ortigia’da zaman geçirdik. Ortigia, Arşimet’in ülkesi ve kendi adına yapılan müzede şehrini Romalıların saldırılarından nasıl koruduğu, MÖ 200’lü yıllarda yaptığı basit mekanik aletlerle (makara sistemleri, suyu derelerden tarlalara veren boru sistemleri gibi) o zamanların bilimi ile ülkesini nasıl kalkındırdığı anlatılıyor. Ortigia, denizle iç içe, dar sokakların çevresine dizilmiş ve bu sayede hep gölgedeki serin taş evleri, o dar sokaklardan sonra çıkılan ve esenlik duygusu veren meydanları ile insanı mutlu eden, kendine bağlayan bir şehir. Bunda sonraki günlerden gideceğimiz Taormina’dan en büyük farkı olan, turistler kadar orada yaşayan insanların önemli bir miktarda olmasının etkisi var. Ortigia’da ve tabi çevresinde denize de girmek mümkün. Sokakları çok bakımlı ve çok sayıdaki el sanatı ürünü satan dükkanların hepsi çok özenli. Şehirde çok sayıda lokanta var ve bunların bazılarında gerçekten çok iyi yemekler yemek mümkün. Biz de her akşam yemekten sonra, Siraküza Kadetrali’nin de olduğu Duomo meydanında insanlara karıştık ve bir kez daha batı şehirlerindeki meydanların (ben en çok Siena’daki at yarışlarının da yapıldığı Piezza Del Campo’dan etkilenmiştim), bir tür şehirlerin kalpleri gibi insanlara hayat verdiğini düşündük. Tabi hemen arkasından kendi ülkemizdeki şehirlerdeki meydanların başına gelenleri, daha doğrusu böyle meydanların olmamasının üzüntü verici olduğunu konuştuk.
Noto, denize çok yakın, iç taraflardaki bir yamaca kurulmuş, çok sayıda kilisenin olduğu, kırlangıçların her daim uçtuğu, yamaçlara doğru uzanan boyalı merdivenleri ve geç Barok dönemi eserleri UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesine alınmış masalsı bir şehir. İşte bu şehrin içinden yatay geçen caddenin üzerinde üç kuşaktır tatlı üreten Caffe Sicilia’ı görünce heyecanlanıyoruz. Buralara gelinceye kadar Granita diye bir tatlı olduğunu bilmiyordum. Şimdi ise onun ruhuma en yakın ve beni en çok mutlu eden tatlı olduğunu düşünüyorum. Tabi ricotta( ben bizim kaymağa benzettim) peyniri ile yapılan dondurmayı da eklemek lazım. İşte Corrado Assenza, dünyadaki en güzel bademli Granitayı Noto’daki Caffe Sicilia’da yapıyor ( Granita biraz Sicilya’nın sıcağından serinlemek için yenilen, buz eriyiği, su, tadını veren ürünün ezmesi-Badem, limon vb- ve çok az şekerle yapılan, yenilirken ağızda eriyen tatlı. Sicilyalılar güne Granita yiyerek başlarlarmış. Corrada, Granita’nın yalnızca insanın içine değil, zihnine de ferahlık verdiğini söylüyor). Daha önce seyrettiğimiz belgeselden kulağımızda bir çok şey kalmış ama taş binanın içindeki bu alçakgönüllü ama çok güzel kafenin içinde oturunca başka bir hayat olduğunu hissediyoruz. Bir süre sonra Corrado Assenza da bir masaya arkadaşının yanına oturuyor. Filmde anlatıldığı gibi, toprak adamı olduğu, teyzesinin çağrısına uyarak ve Bologna’daki yeni kurduğu yaşamını bırakarak geldiği kendi topraklarında bir tatlı uygarlığı yarattığını anlıyoruz biz de. Bir Amerikalı kadının resim çektirme isteğine pek istekli olmadan nezaketen evet diyor ve daha sonra kafenin altındaki işliğine geri dönüyor. Biz ise Bademli Granita, Ricotta peynirli dondurma, Canolli ve bir tür mutluluk iksiri denilebilecek Cassatina’yı deniyoruz. Bir yerde okumuştum; en iyi lokantayı tanımlayan özelliklerden birisinin yalnızca yemek yenilip dönülme zahmetine katlanılacak yer olması olduğunu. İşte Caffe Sicilia’yı da böyle tanımlarsak abartmış olmayız diye düşünüyorum. Tabi bunda Corrado Assenza’nin bir öykü yaratmış olması, örneğin bölgesindeki bademleri korumak için çiftçilerle işbirliği yapması ya da en iyi Ricotta peynirini yapan köylüleri desteklemek için gösterdiği çabaların önemi büyük. Filmi seyrederseniz, nasıl kendi çocukluğundaki tatların peşine düştüğünü, Sicilya’ya olan bağlılığının hayatına nasıl yön verdiğini ve basit ama mutlu bir hayat yaşamanın nasıl mümkün olduğunu görürsünüz. Buralar için söylenecek çok şey var ve uygarlık yaratmanın böbürlenmenin ne kadar uzağında ve ne kadar uzun bir zamana yayıldığını bir kez daha hissediyor insan. Doğanın ve insanların sunduklarına şükrederek yaşamaya devam duygusu ile ve tabi Caffe Sicilia’ya bir kez daha uğrayarak ayrılıyoruz Noto’dan
Çocuklarla olduğumda sanki bir fanusun içine girer gibi bir mutluluk bulutunun içine girerim. Bunun üzerine de düşünürüm; bunun bir tür genlerin bir araya gelmesinden duyulan sevinç olduğunu ve bu yüzden de eşsiz olduğunu düşünürüm. Obama ile yapılan bir söyleşide duyduğum “ Çocuklarımız vücudumuzun dışında atan kalbimiz gibidir” sözü ile anlatabilirim belki duygularımı. Her defasında ama özellikle de üçümüz olduğunda 14 yıl önce kaybettiğimiz Nazife’nin ruhu da gelip oturur aramıza. Ben tam olarak bunu hissederim. Aslında tatil biraz bahanedir; hasret çektiğimiz zamanları yaşarız daha çok. Hasret derken Aksu Bora’nın yazısında anlattığını duygudan bahsediyorum.
Belki bu yüzden ve şimdi Katanya havalimanında bu satırları yazarken olduğu gibi, bu bulutun içinden çıkmak zor ve hüzünlüdür benim için. Olmayacağını bilirim ama hayatımız hep beraber sürse diye ciddi ciddi düşünürüm. Benimse ruhum orada ve onlarla kaldı biraz ama hayat böyle işte. İyi zamanlara şükrederek, paylaştığımız anları hatırlayarak, onlarla güçlenerek, hayat sana teşekkür ederim duygusuyla yaşamaya devam etmekten başka da yapacak bir şey yok.