İstanbul Üniversitesi’ndeki rektörlük seçimleri ve sonrasındaki gelişmeler önümüzdeki haftalarda üniversitelerle ilgili en önemli gündemi oluşturacak gibi görünüyor. Bilindiği gibi seçimlerde üniversite ile ilgili evrensel değerleri savunan Prof. Dr. Raşit Tükel, ikinci sıradaki adaydan 300 dolayında fazla oy olarak 1202 oyla birinci çıktı. Hemen herkes en yüksek oyu alan Prof. Dr. Raşit Tükel'in değil iktidara yakın adayın atanacağından emin konuşuyor. Bu durum, ülkemizle ilgili birçok sorunun dışa vurumu olduğu kadar yüzlerce yıldır olduğu gibi bir kez daha üniversitelerin en önemli ihtiyacının özgürlük olduğunu gösteriyor. Bir an ülke yönetiminin de üniversiteler gibi belirlendiğini, yani seçimlerde en yüksek oyu alan partilerden hangisinin ülkeyi yöneteceğine mesela Milli Güvenlik Kurulu gibi kurulun karar verdiğini düşünürsek aslında demokrasi kavramının esas özelliğinin tutarlılık olduğunu anlamamız kolaylaşabilir.
Ülkemizde eski yıllarda akademisyenlik biraz “babadan oğula geçen” ve bir tür “mutlu azınlığın” erişebildiği bir süreçti ve ülkemizin uzun süre bilimsel üretiminin düşük olduğunu biliyoruz. Son yıllarda ise bir çok faktörün etkisiyle, bunun geride kaldığını, bilimsel yayın sıralamalarında ülkemizin daha iyi yerlere geldiğini görüyoruz. Bu olumlu gelişmenin sürdürülmesi büyük ölçüde üniversite ve bilim politikalarına bağlı ve ülkemizin uzun vadeli gelişiminde eğitim kalitesi en önemli belirleyicilerden birisi olarak görünüyor.
Bilim politikaları ve üniversiteler açısından bakıldığında uzun süredir bilimsel/teknik üretimde söz sahibi olanların yeterli değeri bulamadığını, başarının küçümsendiğini, özgürlük kadar liyakat sorununun da en önemli gündem maddemiz olduğunu görüyoruz. Üniversite ve bilim ortamlarında kabaca iki grup insanın olduğu söyleyebiliriz. Bir grup insan görece politik ve ülkenin kendi istedikleri gibi olması için aktif çaba gösteriyorlar; bu grup kendi kapasiteleri yanında döneme göre değişen iktidarlara yakın olmanın imkanlarını kullanıyor. Diğer tarafta ise ülkenin bilimsel/teknik/ekonomik/kültürel üretiminde sessizce söz sahibi olan, büyük ölçüde kendi kapasiteleri ile ilerleyen ve daha çok tek tek bireyler olarak davranan insanlar var. Bu insanların en önemli ihtiyaçları liyakata dayalı çalışma düzeni ve bilimsel/sanatsal üretimin en temel koşulu olan özgürlük. Bu insanlar kendi kapasitelerini özgürce kullanır ve geliştirirken bilime ve ülkeye katkı sağlayan ve geçmişte bilim/kültür kurumlarında hakları çoğu zaman teslim edilen insanlar. Şu anda ülkeyi yönetenler ne kadar farkında bilmiyorum ama işte bu insanlar, liyakat dışındaki ölçütler nedeniyle sistem içinde giderek daha az katkıda bulunabilir hale geliyorlar ve giderek de sistemden dışlanma riski ile karşı karşıyalar. Yani liyakat giderek içi boş bir kavram haline geliyor.
Yakın zamanda çalıştığı bilim kurumundan ayrılan Prof. Dr. Hakan Orer’in sözleriyle bilimsel üretim, “bilim ekosistemi” olarak tanımlanan bir ortamda yapılabiliyor. “Bilim ekosistemi”, interdisipliner, mükemmeliyetçi araştırmaların yapıldığı, cazip kurumsal ortamı olan, endüstriyle yakın ilişki içinde, bilim camiasına entegre, aktarılabilir becerilerin kazandırıldığı, kalite güvencesi sisteminin kurulduğu” bir sistemi anlatıyor. Bunun bir tür sanatta olduğu gibi insanların içinde yeşeren ve tutku ile kendi enerjisini yaratan yeteneklerin özenle ve hiç bir dışlama pratiğine maruz bırakmadan ve mutlak bir özgürlükle desteklenmesi ile mümkün olabileceğini, batının ‘Rönesans’tan beri süren başarısında böyle bir ortamı sağlayan üniversitelerin ( Cambridge’de gezerken hissedilen duygu) önemli bir rolünün olduğunu biliyoruz.
Bunu dikkate almazsak bir taraftan yüze yakın yeni üniversite açarken öte yandan ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe gibi 50-60 yıla dayanan birikimleri olan kurumları cazibe merkezi olmaktan çıkarabilir, başarılı bilim insanlarının özel üniversitelere “kaçmasına” neden olan tutumlara sahip olabiliriz. Bugün üniversitelerde geçenlerde Hacettepe Tıp Fakültesi’nden bir öğretim üyesinin rektörüne yazdığı mektupta açıkça belirttiği gibi liyakat yerine kişisel ve/veya zihniyet tercihlerinin egemenliğinde bir akademik sisteme doğru bir yönelim mevcut. Ülkemizde son 20 yılda giderek artan “kutuplaşmanın” en çok üniversitelere zarar verdiğini, 28 Şubat sürecinden beri çok yakından bildiğimiz üzere üniversite yönetimlerinin iktidarlara bağımlı hale gelmesinin başlı başına bir sorun olduğunu ve bu süreçlerin üniversitelerdeki yaratıcı hevesi söndürdüğünü görüyoruz. Oysa, Harvard Üniversitesinin eski dekanlarından Henry Rosovky’nin “Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor” kitabında çok iyi anlattığı gibi uzun yıllardır en iyi üniversiteler sıralamasında birinci olan ve iyi üniversite deyince herkesin aklına gelen Harvard Üniversite’sinin varlık ilkesinin en iyi öğretim üyelerini ve en iyi öğrencileri kendi bünyesinde toplamak için liyakat dışında bir ölçüte prim vermemesi olduğunu biliyoruz.
Ülkemizin potansiyellerine ve geçmişine dayanan büyük hedefler koyması, “ARGE” kelimesinin günlük dilde kullanılır hale gelmesi hepimiz açısından önemli ve sevindirici ama ülkemizin bugünlerde önüne koyduğu büyük hedefler ile üniversite ortamı arasında bir uyuşmazlık olduğu görülüyor. Geçen haftalarda açıklanan OECD Raporu’nda (Economic Policy Reforms 2015 Going for Growth) belirtildiği gibi ülkemizin yüksek gelir düzeyine sahip ülkelerle olan gelir farkını azaltmak için eğitimde iyileştirici reformlar yapması gerekiyor. Bunun için ise vakit geçirmeden liyakati her şeyin üstünde tutan ve özgür düşünmeyi en önemli değer olarak gören bir üniversite ortamını sağlayacak, üniversite öğretim üyelerinin özlük haklarında adanmayı mümkün kılacak iyileştirmeleri yapacak bir zihniyet değişikliğine ve bunun pratik adımlarına ihtiyaç var. Şu andaki yaklaşımlar ile ülkemizin, orta gelir düzeyinden üst gelir düzeyine çıkmasını sağlayacak bilimsel atılımı yapması mümkün görünmüyor.
Yazının başına dönerek söyleyecek olursak üniversiteleri, o üniversitenin ruhunu ve kapasitesini gerçek anlamda yansıtan rektörler geliştirebilir; günümüzde ise bunun giderek imkansız hale geldiğini görüyoruz. Bu şekildeki yaklaşımlar üniversitelerin, bilimin ve ülkemizin yararına değil. Bu süreç sonunda bütün üniversiteler zamanın ruhuna paralel olarak şekillendirilebilir ama özgürlük ve başarının küçümsendiği başka topraklarda hep olageldiği üzere bir süre sonra elimizde ülkemizin övünebileceği bir kurum kalmayabilir.
Okuma önerisi
Henry Rosovky -Üniversite: Bir dekan anlatıyor