Artık organlardan oluşan bir beden gibi işleyen bir toplum yok, aygıtlardan oluşan makine gibi işleyen bir küme var ve onu çokluk olarak tanımlıyoruz
Antonio Negri’nin dediği gibi, bugün içinde bulunduğumuz durum, bir kriz değil, bir denge yokluğudur. Hayatın doğal ritminin bozulması, hızlı akan zamanda hep bir geç kalma tedirginliği, hedefi belli olmayan koşuşturmalar, nedeni belli olmayan değişimler, düşüncelerin, görüşlerin, yargıların bir gerekçe gösterilmeden değişmesi ve sonuçta ölçütün yitimi. Siyasetin, ahlakın, hatta bilginin ve hislerin neye göre belirlendiğini bilememe hali. Hiçbir yarar sağlamayacağını bile bile neden bu siyaset, hakla ve adaletle bağdaşmadığı bilinmesine rağmen neden bu yasa, gerçek olmadığı, doğru olmadığı ve kanıtlanamadığı halde neden bu bilgi, beğenilmemesine ve bir haz vermemesine rağmen neden bu sanat…
Sadece güç öyle istediği için.
Sadece güçlü olanın iradesi belirleyici olunca bir boş vermişlik ve kendini boşluğa bırakıp savrulma hali kaçınılmaz oluyor. Hareketlerimiz, bir sistem içinde belli bir yörüngeyi takip eden gezegenler gibi değil, sıçramalar şeklinde ve ölçülemeyen bir hızla hareket eden atomlar gibi…
Bugün sermaye de emek de iktidar da direniş de belli bir merkezin etrafında toplanmış hiyerarşik yapılar üzerinden değil, ilişkilerle örülmüş ağlardan oluşan yapılar üzerinden faaliyet gösteriyorlar. Dolayısıyla ekonomik, politik ve toplumsal süreçler, ya da başka deyişle üretim, yönetim ve eylem karmaşık etkileşimlerin sonucu olarak gerçekleşmekte. Çünkü artık organlardan oluşan bir beden gibi işleyen bir toplum yok. Aygıtlardan oluşan makine gibi işleyen bir küme var ve onu çokluk olarak tanımlıyoruz.
Çokluğun belirli bir kimliği yok; ayrıca bir sınıfa da karşılık gelmiyor. Çokluk aslında postmodern de değil, modern zamanlarda da vardı. Fakat geçmişte o, bazı ulusal ve ideolojik kimliklerle tanımlanmaya izin veriyordu. 1789’da Fransız halkı olarak tanımlandı, 1917’de Bolşevik olarak… Modern zamanların devrimci kitleleri o zaman da birbirlerinden çok farklı topluluklardan, tekil öğelerden oluşan kolaj bir kümeydi. Fakat o zamanın sosyolojisinin kavramları onları farklılıkları ve tekillikleri ile değil, aynılıkları ve bütünlükleri ile tanımlamaya el veriyordu, hatta gerektiriyordu. Çünkü dünya, ulusların dünyasıydı.
Modern dünya başka bir boyutuyla da sınıfların dünyasıdır. Toplum, bir tarafta üretim araçlarına sahip olan sermaye ile üretim araçlarını emeğiyle çalıştıran ve üreten işçi sınıfından oluşuyordu. Bu iki sınıf birbiriyle çatışma halinde olmakla beraber birbirleriyle “öznelerarası” bir ilişki kurabiliyordu. Bu ilişki toplumsal düzeni sürdüren bir dinamik oluşturuyordu. Bu yüzden sanayi toplumlarında, Marx’ın zannettiği gibi bir proletarya devrimi olmadı. Devrim tersine proletaryanın olmadığı ama çoklukların olduğu yerlerde oldu hep.
Marx’ın gözünden kaçan şey, sanırım, proletaryanın devrimci bir güce sahip olmaktan çok, bir pazarlık gücüne sahip olmasıdır. İşçi, işi durdurduğu zaman sistemi kilitleyebilir ve bu güç ona hak mücadelesinde kazanımlar sağlamıştır.
Ama çokluklar ile iktidar arasında öznelerarası bir ilişki yoktur. Bu nedenle çokluk bir pazarlık gücüne değil, devrimci güce sahiptir. Tarihte bir istisna olarak ortaya çıkarlar ve bir mucizeyi gerçekleştirirler. Çokluğun bir siyasal projesi yoktur; o yüzden bir stratejiyle eyleme geçmezler. Çokluğun isyanı vardır ve taktik uygularlar. Satranç oyunundaki gibi olasılık hesaplarına göre hamle yapmaz, go oyunundaki gibi, oyunun içinde gelişen potansiyellere göre hamle yaparlar. Öngörülebilir değillerdir.
Çokluk, hem korkutan hem korkan bir şeydir; bu yüzden de her an faşist, kitleleşmiş ve tehlikeli biçimlere savrulmaya eğilimlidir. Bugün, Sarı Yelekliler eylemlerine karşı solun tavrında olduğu gibi çekimser yaklaşılan, bir an heyecan uyandıran ama hemen sonra dikkatli olmak için uyarılan bir yapıdır çokluk. Ama bu, solun, çokluğu bir yığın olarak görmesinden kaynaklanıyor. Sol geleneksel bakışıyla çoklukta bir bilinç, bir fikir, bir ideal görmek istiyor. Üstelik bu bilinç, fikir ve idealin solun vizyonuyla uyumlu olsun isteniyor. Öyle bir şey görmeyince de soğuk bir tarafsızlığa çekiliyor.
Halbuki, çokluk önce bir kümelenmeyle oluşur; sonra çoğullaşır ve kolektif bir boyut kazanır. Çokluk, sadece başkalarıyla olan ilişkiden itibaren var olabilir, sadece başkalarıyla ilişkide ve iletişimde, ağlarda yaşar. Çokluk, kesişme, ilişkisellik ve dayanışma ya da müştereklik için bir ikamet yeridir. Birlikten anladığımızın tersidir. Bireylerden değil, tekillerden oluşur. Devrimi kuvveden fiile geçirecek olay çoklukla meydana gelir.
Çokluk, tekinsizdir, yersiz-yurtsuzdur ama çekinmemek gerekir ondan.