Tarihsel açıdan bakınca bugün bazı kadınların tesettürden çıkmalarının, 1970’lerde başlayan bir dönüşüm sürecinin yeni evresi olduğu görülebilir. Bu süreç, dindar kadının özneleşmeden özgürleşmeye giden sürecidir. 70 ve 80’lerde hidayet anlatıları, 90 ve 2000’lerin başında yerini siyasal bilinçlenme anlatılarına bırakmış olup, bugün de bedensel özgürleşme anlatılarına bırakmaktadır
Son günlerde sosyal medyada yayılan ve özellikle Instagram’da başlayan “ten years challenge” herkes tarafından büyük ilgi görürken, bazı kimseler tarafından hemen komplo teorisi konusu oldu. Türkiye’de bazı kadınlar daha önceki tesettürlü fotoğrafları ile şimdiki tesettürsüz fotoğraflarını karşılaştırarak “ten years challenge”a yeni bir boyut kattılar. Bu sefer komplo teorileri de çeşitlenerek insanlarda konuyla ilgili kuşkular kışkırtılmaya çalışıldı.
Öyle ki, bir Fransız köylüsü kadar müktesebatıyla Türkiye’de laik “aydın” kontenjanından gazete köşesi sahibi bir kadın yazarla, bir Anadolu köylüsü kadar müktesebatlarıyla İslamcı “münevver” kontenjanından köşe sahibi olan yazarlar, konuyla ilgili benzer kuşkular ve uyarılar dile getirdiler. Adnancı ve Fetöcülerin bir projesi mi olmadı bu, yoksa gençleri dinden uzaklaşmaya özendirmek için Batılıların yeni bir tezgâhı mı?!..
Aslında “ten years challenge”dan çok daha önce tesettürden çıkan kadınlar dikkat çekmeye başlamıştı. Önce çevremizde böyle bir dönüşümün bireysel varlığını görmeye başladık. Sonra, bazı internet mecralarında bununla ilgili anlatılar yayınlanmaya başladı. Sonra, Twitter ve Instagram’da paylaşılan resimli öykülerle konu gündemde merkezi bir yer edindi.
İlginç bir şekilde tesettürden çıkma öyküleri bazı dini çevreleri de bazı seküler çevreleri de rahatsız etti. Bunun nedeni üzerine düşündüğümde, her iki kesimin de kimliğinde belirleyici bir etkisi olan Hegel’ci bir öznelliğe karşı, tesettürden çıkan kadınların Deleuze’cü oluşlarının tehdit edici bir algıya sebep olduğunu söylemek mümkün gibi geliyor bana. Ne demek istiyorum? Hegel’ci öznellik her zaman bir ötekine ihtiyaç duyar. Kendi benliğini kurmak ve kendini olumlu sıfatlarla tanımlayabilmek için öteki üzerinden bir dolayım yapmak gerekir. Oysa tesettürden çıkan kadınlar, öteki üzerinden kendini kurmak yerine, kendindeki ötekiyi bularak bedenlerini hapseden kimlikten kurtulmaya çalışmaktalar.
Nitekim beden terbiyesi, zihinlere hükmetmenin önemli bir aracıdır. Tesettürün bir disiplin aygıtı olarak itaat eden özneleri üretme işlevi vardır. Fakat bu, tesettürün kategorik olarak disiplin ve itaat aracı olduğu anlamına gelmez. Tıpkı, tesettürlü olmamanın kategorik olarak bilinçli ve özgür olma anlamına gelmeyeceği gibi. Zira tesettürsüz bedenler de Kemalist ideolojinin ürettiği dişilliğinden arınmış kadın yurttaş tipi gibi itaatkar özneler haline gelebilirler. Konuyla ilgili olarak Deniz Kandiyoti’nin Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar ve Meyda Yeğenoğlu’nun Sömürgeci Fantaziler adlı kitapları ufuk açıcıdır.
İçinde yaşadığımız küresel kapitalist dünyada toplum ve insan öyle hızlı dönüşüyor ki son derece katı ve değişmez olduğu sanılan kutsal şeyler, kutuplardaki buzullar gibi hızla eriyip anlamsızlık okyanusuna karışıyor. Eski değerler değersizleşiyor, eski anlamlar anlamsızlaşıyor. Yeni değerler ve anlamlar üretemeyince, gerçekleşen değişimi bir yenilenme veya dönüşme olarak değil bir yitirme veya yozlaşma olarak görüp, kendi sorumluluklarından kaçmak tercih ediliyor.
Tarihsel açıdan bakınca, bugün bazı kadınların tesettürden çıkmalarının, 1970’lerde başlayan bir dönüşüm sürecinin yeni evresi olduğu görülebilir. Bu süreç dindar kadının özneleşmeden özgürleşmeye giden sürecidir. 70 ve 80’lerde hidayet anlatıları, 90 ve 2000’lerin başında yerini siyasal bilinçlenme anlatılarına bırakmış olup, bugün de yerini bedensel özgürleşme anlatılarına bırakmaktadır. Burada 70’lerin hidayet anlatılarının en ünlülerinden birisinin dönüşüm sürecinde yaşadığı olayların, bugünkü “dini çözülmenin ahlak ve zihniyet dünyası”nda (Sabri Ülgener’i de rahmetle anıyorum!) nasıl karşılık bulabileceğini göstererek, tesettüre girmekten tesettürden çıkışa nasıl geçildiğini anlamaya çalışalım!..
Şule Yüksel Şenler’in tesettüre girme anlatısı ile bugünkü bazı kadınların tesettürden çıkma anlatısı arasında yapılacak bir karşılaştırma meselenin zihniyet dönüşümüyle ilgili olduğunu açığa çıkaracaktır. Şule Yüksel Şenler, bugün “türban” dediğimiz modern başörtüsünü icat etmiştir. Kendisi, modern bir hayat tarzı yaşayan kentli bir aile ortamında büyümüştür. Ailevi sorunlar nedeniyle ortaokula kadar okuyabilmiştir. Daha küçük yaşlarında ev işleriyle meşgul olmak zorunda kalsa da okumaktan ve yazmaktan geri durmamıştır.
Yazarlık kariyerinde ilerler. Hasta yatağında ağabeyinin ısrarı ile dini bir çevrenin içine girer. Orada tesettürlü olmaması ve makyajlı olması nedeniyle hakarete uğrar. Bunun üzerine tesettüre girer; ama aslında istememektedir. Kendince bir orta yol bulur, modern bir başörtüsü şekli icat eder. Daha sonra iki evlilik yapar. İki kocası da dindar olmalarına rağmen şiddet uygularlar. Yaptığı dini toplantılarda “Eziyet gören kadının sabrettiği takdirde Allah katında büyük derecelere ulaşacağını” söyler. Ama kendisi uzun süreler sabretse de nihayet boşanır.
Şule Yüksel Şenler önce ailesinin, sonra içinde bulunduğu cemaatlerin bir ferdidir. Yazarlığı onu birey yapmamıştır. Bu yüzden aldığı kararlar hep dışarıdan güçlü etkilerle olmuştur. Bugünün kentli tesettürlü kadını ise bireydir. Ne aile telkiniyle ne de çevrenin baskısıyla karar almaktadır. Hakareti asla kabul etmez. “Maruz kaldığı şiddete katlandığı takdirde Allah katında ecrinin büyük olacağı” gibi söylemlere itibar etmemektedir.
Yeni kuşağın tesettürlü kadınları bir kimlik arayışı yerine, arzularının peşinden gitmeyi tercih etmektedir. Tesettürden çıkış, yeni ve modern bir kimlik arayışı olarak değil, bedenini ve benliğini baskılayan sınırları aşmak üzere bir kimliksizleşme biçimi olarak okunabilir. Başka deyişle, başörtüsü bir kimlik haline gelince bazı kadınlar tarafından açılmaktadır.
Çünkü kimlik, bedenin hapishanesidir.