Fatih'te evlerinde siyanür içerek intihar eden dört kardeş haberi toplumun midesine inen bir yumruk gibi bu haftaki gündemimize oturdu. Derin bir nefes alarak doğrulmaya çalışıyorduk ki peş peşe başka yumruklar geldi. "Güzel" Anadolumuzun bir küçük ilindeki mazbut insanlar çocuklarıyla aynı okulda olmalarını istemedikleri otizmli çocukları yuhalayarak taciz ettiler. Hemen aslında kendi çocuklarının iyiliğini düşünen "iyi" ebeveynlerin bir anlık galeyana gelmelerinden yaşanan tatsız bir olay olduğunu öğrenip rahatladık. Bizim toplumda oluyor böyle şeyler: 2012'de Tekerlekli Sandalye Süper Ligi maçında kavga çıkmıştı ve taraftarlar soyunma odalarına girip engelli sporcuları dövmüş ve tekerlekli sandalyelerini parçalamışlardı.
Yeni ve münferit veya istisnai değil bu tür şiddet olayları toplumumuzda, sonuçta Recep İvedik filmlerinde kendini görüp, kendi kendine pek sevimli gelen, kabalığından sempati üreten bir toplum bu; "iri ve diri" olma gazına çok geldiği zaman sakata ve hastaya parlıyor. Milliyetçiliğin yükselmesiyle nükseden patolojinin toplumda semptomudur bu: "Gürbüz ve yavuz" evlatlar yetiştirmek ülküsü sakat ve hastayı ayıklamaya çağırır. Her neyse, otizmli çocukların bir de dayak yemediğiyle teselli bulup diğer konuya dönelim.
Toplu intihar eden dört kardeş, bana hemen Haneke'nin Yedinci Kıta filmini hatırlattı. İntihar olayını Haneke'nin filmi bağlamında ele alan güzel bir yazıyı bu sitede Yılmaz Murat Bilican yazdı. Bu filmde kapitalist bir toplumda modernliği tekdüze bir hayat olarak deneyimleyen bir çekirdek ailenin bulantı durumunu aşmak için ortak bir karar alarak intihar etmeleri konu ediliyor. Asıl çarpıcı olan bu filmin gerçek hayattan alınmış olması. Fatih'te olan intihar olayı da bu filmdeki aileyi çağrıştırıyor.
İntihar eden dört kardeş üzerine birçok yorum yapılıyor. Bu yorumların bazıları olayı sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla anlama çabasıyla bir akıl yürütmeye dayanıyorken, bazıları da siyasal ve ideolojik bakışla eleştirme güdüsüyle, ağızdan dökülen kusmuk gibi vicdan ve izandan yoksun yargılara dayanıyor. İlk anda bakınca geçim sıkıntısından bunalıma giren insanların çaresizlikten intihar etmesi gibi görünüyor. Ama biraz detaylara ulaşınca daha erken zamanlarında sakatlanmış bir hayatın derinleşen acısına dayanamayan insanların gittikçe ağırlaşan depresyonun yükünü taşıyamamaktan intiharı seçmeleri gibi de duruyor.
Bu durum, İngiliz kültür eleştirmeni ve teorisyeni Mark Fisher'in daha 49 yaşındayken intiharına da benziyor. Cogito dergisinin editörü Şeyda Öztürk sosyal medyada hatırlattı bu durumu ve Fisher'in deneyimi ve teorik bakışıyla konuyu düşünmeye davet etti.
Mark Fisher 13 Ocak 2017 tarihinde, yaklaşık yedi ay süren ağır bir depresyon döneminin sonunda intihar ederek hayatına son vermişti. Gençliğinin erken evrelerinden itibaren çektiği depresyon hastalığını kişisel alandan toplumsal ve kültürel alana taşıyarak siyasallaştırmıştı.
Ona göre, bir gün her şeyin iyileşeceğine dair umudun tamamen tükendiği bir durumda, iyileşmenin artık mümkün olmadığına inanan kişi depresyonu ontolojik bir bilgi olarak, hakikatin kendisi olarak deneyimler. İnsanın hayati bir amacı olan mutluluğun yokluğu, depresyon "hastası" kişinin kuruntusu değil, neoliberal dünyanın olgusudur. Neoliberalizm, bireylere bütün başarısızlıklarının ve mutsuzluğunun asıl sorumlusunun kendisi olduğuna inandırıp, depresyonun toplumsal bir uyumsuzluk veya aykırılık olarak deneyimlenmesine neden olmaktadır.
Fisher "kapitalist gerçekçilik" olarak kavramsallaştırdığı tutumun duygusal boyutu olan depresyondan çıkışın tek yolunun, dert ve kederin militan bir hoşnutsuzluğa çevrilip kolektif bir eylemin itkisi olmasıyla açılacağını belirtmiştir. Neoliberal projenin 1970'lerin sonundan itibaren kolektif eylemi, dayanışmayı ve sınıf bilincini ortadan kaldırmayı başararak bireyi yalıtılmış bir yalnızlığa terk edişinin toplumsal ve kültürel yansımaları, Fisher tarafından enine boyuna eleştirel ve teorik bir bakışla incelenmiştir. Türkçe de yayınlanan Kapitalist Gerçekçilik kitabında bu incelemelerinin sonuçlarını herkese hitap edecek şekilde anlatır. "Kapitalist gerçekçilik", neoliberal projenin hayatın bütün alanlarında başarıyla pratiğe geçirildiği ve bir ideoloji olarak yerleştiği yirmi birinci yüzyılda, siyasal tahayyülün aşınmasını, devrimci umudun sönümlenmesini, solun teslimiyetini, siyasetin merkezin sağında tasfiyesini, kültürel ve sanatsal üretimin tamamen tekrarlardan ibaret bir yeknesaklığa düşüşünü, yalıtılmış varoluşun bütün sorumluluğunun yalnızca bir tüketici konumuna indirilen bireyin omuzlarına yüklenmesini ifade eden, güçlü ve zengin bir kavramsallaştırmadır. Kapitalist gerçekçilik, apolitikleşmenin ve depolitizasyonun bir semptomu olarak umutsuzluk, alternatifsizlik ve güvencesizlikten beslenen bir depresyonun ifadesidir.
21. yüzyılın eşiği, Reagan ve Thatcher'ın temelini attığı "toplumu dönüştürme projesinin", İngiltere'de Blair önderliğindeki "Yeni Sol"un zaferiyle tamamına erdiği dönüm noktasıdır Fisher için. Sağ ve sol bütün partilerin neoliberalizme boyun eğdiği, kamusal alanın giderek daraldığı, güvencesiz ve borçlu bireyin tüketmekten başka mutlu olma yollarını hayal etmek bir yana, başka bir dünyayı düşünmeye gereksinim bile duymadığı kapitalist bir toplumda, kapitalizmin sonunu hayal etmek dünyanın sonunu hayal etmekten daha zor hale gelmiştir. Bu yenilgi ve teslim olma halini, öznenin hayal gücünden bilinçdışına kadar sömürülmesini, Fisher'in "kapitalist gerçekçilik" terimiyle adlandırmasının ardındaki nedenler, 80'ler sonrası gelişmeleri tarihselleştirmesi açısından önemlidir.
1968'de ortaya çıkan, sistemin bekasına tehdit oluşturan potansiyeller kapitalizmin kapma aygıtları tarafından ele geçirilip etkisiz hale getirilince, özgürleşme için bir umut ve imkan kalmamıştır. Postmodernizm farklılık ve çoğulculuk adına bir söylem olarak ortaya çıkarken ötekileştirmenin ve milliyetçiliğin yeni biçimlerinin ortaya çıktığı bir sahne olmuştur. Bu durum kültür ve sanatta da özgün ve estetik olana karşı sıradanlığın ve popun zaferi olarak karşılığını bulmuştur. Kültürel üretim, bütün direniş ve sapma jestleriyle birlikte tamamen metalaşmıştır. Arzu önceden şekillendirilmekte, bilincin ufku önceden çizilmekte ve her tür başkaldırı girişimi sistemin içine çekilerek pazarlanabilir hale getirilmektedir.
Fisher'in tanımladığı şekilde kapitalist gerçekçilik, sağ ve muhafazakar siyaseti yükselten bir toplumsal tavırdır. Kapitalist gerçekçilik, sonu depresyona giden bir boyun eğiş duygusunun ifadesidir: Mücadele etmenin bir anlamı yoktur, teslim olmak ve uyum sağlamak gerekir. Bu, neoliberalizmin ideolojik aygıtları tarafından önermelerinin doğruluğuna insanları ikna ettiği ve karşılarında direnilemez bir güç olduğuna inandırdığı için ideolojik bir tutumdur. Fisher, kitabında neoliberal programları uygulamaya koyan yöneticilerden örnek vererek iktidarla mücadele edilemeyeceği inancının nasıl yeniden üretildiğini gösteriyor: "Bunların hiçbirine ben de inanmıyorum, ama şu anda yapmamız gereken bu."
Tıpkı, Türkiye'de kendini dindar olarak tanımlayan ya da solda konumlandıran siyasetçilerin inandığı gibi. Kapitalist piyasa ekonomisi ve onun ideolojisi neoliberalizme iman ederek, önce kendilerini siyaseten anlamsızlaştırdılar, sonra tüm toplumsal hayatı ve varoluşu… Anlamsızlık aleminde eylemsizleşen hayata son vermek bazıları için pek intihar ya da ölüm gibi gelmeyebilir; belki tek mümkün eylem olarak bile görünebilir.