Okurlar, eğitim sistemimizin gençlere yaşam becerileri kazandırmakta ve iş dünyasının insan kaynakları ihtiyacını karşılamakta yetersiz kaldığını düşünüyorlar. Hem aileler hem de devlet için çok pahalı bir etkinlik olan eğitimin günümüzde insan kaynaklarının ya da eski tabirle beşerî sermayenin israfına neden olduğu düşünülüyor. Ne yazık ki bu konuda yapılan bilimsel çalışmalar bu görüşü doğruluyor. Beyin göçü konusunda da Türkiye’nin durumu iç açıcı değil. (https://t24.com.tr/yazarlar/talat-ciftci/beyin-gocu-giden-gelmiyor-acep-ne-istir,29302)
Bir okur, diplomalı işsizlerin yaşadığı psikolojik ve sosyal sorunların araştırılması gerektiğini yazdı ve Esra Kaya Erdoğan’ın “Bayağı Kalabalığız: Üniversiteli İşsizliği” isimli kitabını önerdi. Yeditepe Üniversitesi ve MAK Danışmanlık tarafından yapılan araştırma da gençlerin umutsuzluğu konusunda bilgiler içeriyor. İş bulma konusunda torpilin önemli olduğuna inanan gençler yurtdışına gitmek istiyor. (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/arastirmada-carpici-sonuc-gencler-turkiyeye-inancini-kaybediyor-1762964) Gençlerin görüşlerinin uzmanlar tarafından kapsamlı bir şekilde araştırılmasında ve tartışılmasında yarar olduğunu düşünüyorum.
Bir başka okur, işsiz üniversite mezunlarının bir sivil toplum kuruluşu (STK) çerçevesinde bir araya gelerek geleceğe dönük strateji geliştirmelerini önerdi. Almış oldukları eğitim üzerine nasıl bir ihtisas veya deneyim kazanarak, geleceğin dünyasında iş gücüne katılabileceklerini belirlemek ciddi bir çalışma gerektiriyor. Bu kapsamda; iklim değişikliği, çevre, yapay zeka, büyük veri ve bilgisayar oyunları gibi gelecekte önemli olacak alanlardaki fırsatlar irdelenmelidir.
Bir iş insanı, üniversite mezunlarının eğitildikleri alanlara bağlı kalmadan iş dünyasında sıfırdan başlayarak ustalaşmalarını öneriyor. Böylece çok daha kolay iş bulabileceklerini düşünüyor. Bu öneri halen iş bulamayanlar için faydalı olabilir ancak bu onların uzmanlık alanlarını tamamen terk etmeleri anlamına da geliyor. Öte yandan, bahsedilen becerileri orta öğrenimde kazanmanın daha kolay ve ekonomik olacağını düşünüyorum.
İş dünyasındaki okurlar yeni mezunların kalitesinden memnun değiller. Buna neden olarak üniversiteye giriş puanlarının düşürülmesini gösteriyorlar. Aynı sınıftaki öğrencilerin giriş puanları arasındaki farkın büyümesi, akademisyenlerin ders vermesini de zorlaştırıyor.
Pek çok ülkede mezunlar arasındaki kalite farklarından dolayı diploma, bazı alanlarda meslek yaşamına başlamak için yeterli kabul edilmiyor. Diplomaya ilaveten, Türkiye’de muhasebecilerin sınava girerek aldığı SMM ve YMM gibi belgeler de talep ediliyor. Örneğin, Amerika’da mühendislik ve hukuk mezunlarının çalışmaya başlamaları için özel meslek sınavlarında başarılı olmaları bekleniyor. Türkiye’de üniversiteler arasındaki kalite farklılıkları nedeniyle, gelecekte mezunlar için mesleki beceri sınavlarının yapılmasının gerekebileceğini düşünüyorum.
Basında, üniversitelerdeki akademik intihal ve kayırmacılık haberleri sıklıkla yer alıyor. İntihal sorununa şahsen ben de şahit oldum. Daha önce de yazdığım şekilde, makalelerimi, isim benzerliğinden yararlanarak üzerine kaydeden birinin olduğunu fark ettim ve engellemek için epey uğraştım. (https://t24.com.tr/yazarlar/talat-ciftci/bilimde-sahtekarlik,29759) O şahsın böyle komik bir duruma düşmesine rağmen intihali sürdürmeye çalışmasına hayret etmiştim.
Üniversitelerdeki eğitimin kalitesini etkileyen önemli unsurların başında akademik yöneticilerin geldiğini söyleyebiliriz. Gazetelerden, üniversitelerimizdeki 68 rektörün hiçbir uluslararası yayını olmadığını, 71 tanesinin de yayınlarının hiçbir atıf almadığını öğrendik. (https://www.karar.com/rektorlerin-karnesi-de-alarm-veriyor-71i-sifir-cekti-68i-makale-bile-1408827) Buna ilaveten, yöneticilerin aile fertlerini akademik görevlere getirdiğine dair haberlerle de karşılaşıyoruz. Geçen günlerde bir akademisyen, doçentlik belgesinin sahte olduğu iddiası ile tutuklandı. (https://www.ntv.com.tr/turkiye/docentlik-belgesi-sahte-cikan-ogretim-uyesizehra-zulal-atalay-lacintutuklandi,l4Lq8GL-dkqgRl6kHRiAcA) Bazı hukuk fakültelerinin dekanlarının hukukçu olmadıklarını şaşırarak öğrendik. Adalet Bakanı da bir veterinerin hukuk fakültesine dekan olmasından dolayı rahatsız olduğunu söyledi. (https://www.karar.com/guncel-haberler/adalet-bakani-gul-hukuk-fakultelerine-veteriner-dekan-atanmasi-beni-cok-1637321)
Doç. Dr. Altuğ Yalçıntaş ve Büşra Akkaya’nın “Türkiye’de Akademik Enflasyon” isimli makalesinde, hızla artan üniversite sayısının eğitim kalitesinde düşüşe neden olduğu öne sürülüyor. Yazarlar bu artışın herhangi bir olumlu sonucu olmadığını ve sadece akademik enflasyona neden olduğunu belirtiyor. Mezunların işsiz kalmasının bir sonucu olarak KYK’den öğrenim kredisi alanların beşte birinin borcunu geri ödeyemediğine işaret ediyorlar. (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/691300) Bu eleştirilere birçok akademisyen de katılıyor ve üniversitelerin son yıllarda zayıfladığını düşünüyor.
Prof. Dr. Ufuk Akçiğit ve Dr. Elif Özcan-Tok tarafından yazılan “Türkiye Bilim Raporu” isimli kapsamlı araştırmada da üniversitelerimizin durumu ve bilimsel çalışmalar derinlemesine inceleniyor. Türkiye’de 2006 yılından itibaren üniversite sayısındaki artış ile birlikte akademik kalitedeki düşüş sayılarla ortaya konuyor. Sorunun temel nedeni, kontenjan artışının akademisyenlerin ders yükünü yükseltirken araştırma için ayırabilecekleri zamanı azaltması. Bu nedenle, alanlarında değer verilmeyen dergilerdeki yayınlarda artış var. (https://static1.squarespace.com/static/5ea248ab088c8a2eba15d2d1/t/5fb915b605f44a5f705eea70/1605965266821/Türkiye+Bilim+Raporu.pdf)
ODTÜ tarafından kurulan URAP’ın üniversitelerimizin durumunu evrensel ölçütlerle inceleyen kapsamlı değerlendirmelerinin de dikkatle incelenmesinde yarar var. Bu çalışmalar üniversitelerimizin çok azının küresel rekabette başarılı sayılabileceğini gösteriyor. (https://newtr.urapcenter.org/cdn/storage/PDFs/eHr9gtE5sxc2X3K5R/original/eHr9gtE5sxc2X3K5R.pdf) Ortaya çıkan olumsuz tabloya rağmen evrensel ölçekte başarılı olan seçkin akademisyenlerimiz ve üniversitelerimiz olduğunu bilmekte ve umutlu olmakta yarar var.
Şimdi biraz da, üniversite başarısını etkileyen önemli bir etken olan ortaöğrenimden bahsedeceğim.
Okurlar yabancı ülkelerin ilk, orta ve yüksek öğrenime ayırdığı büyük kaynaklara dikkati çekiyor. Örneğin, Amerika’daki bir okur, devlet okullarında bir öğrencinin yıllık maliyetinin 40 bin dolar civarında olduğu söylüyor. Bu kaynağı sağlamak için, bölgesindeki emlak vergilerinin yüzde 75’i eğitime harcanıyormuş.
Bir okur da Finlandiya’da ilk ve orta öğrenimdeki öğretmenlerin lisansüstü derece sahibi olduklarından ve çok yüksek gelir elde ettiklerinden bahsetti. Türkiye’de ise öğretmenlerin ihtiyaç duydukları meslek içi eğitimleri alamadıklarını söyledi. Ayrıca ülkemizde diğer mesleklere göre gelir seviyeleri düşük kaldığı için öğretmenliğin cazibesinin olmadığını ifade etti. Öğretmenlik mesleğine toplumda gereken önem verilmeden ilk ve orta öğrenimde öğrenciler sağlam bir temel oluşturamaz. Finlandiya’nın eğitim deneyimini anlatan, Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesi” isimli kitabından ve günümüzde yapmaya devam edilen yeniliklerden alınacak dersler olduğunu ben de düşünüyorum.
Okurlar, orta okulda belirlenecek ilgi ve yetkinliklere göre bazı öğrencilerin meslek liselerine yönlendirilmesini öneriyorlar. Ben meslek liseleri ve ustalık gerektiren meslekler konusunda toplumdaki algının da değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Meslek liselerini küçümseyen gençler, üniversite mezunu olduktan sonra sadece masa başında çalışmak istiyorlar. Bu yaklaşım iş dünyasının ihtiyaçları ile uyumlu değil.
Son dönemde iklim krizi ile birlikte, ülkemizde yaşanmaya başlanan çevre sorunlarından bahseden bir okur, Türkiye’nin başarılı Köy Enstitüsü deneyimini hatırlattı. Uygulamalı eğitim alan mezunların kırsalda tarım ve hayvancılık için ne kadar faydalı olduğunu yazdı. Ülkemizde tarım, hayvancılık, balıkçılık ve ormancılığın önemi anlaşıldıkça Köy Enstitüsü modeli yeniden tartışılmaya başlanacak gibi görünüyor.
Osmanlıların yükseliş döneminde, eğitim sistemindeki sorunlar zamanın ileri gelenleri tarafından tartışılmıştı. 15. yüzyılda Molla Lutfi’nin yazdığı “Harnâme” (har eşek demek) isimli uzun şiirde, eşek lakaplı bilgisiz bir müderrisin önemli konumlara tayin edilmek için yaptıkları eğlenceli bir şekilde anlatılıyor. Eserde eşek ile ilgili çok sayıda espri ile dönemin önemli bir sorunu haline gelen cahil müderrislerin makam hırsı eleştiriliyor.
Fatih Sultan Mehmet, Semerkant’tan gelen meşhur matematikçi Ali Kuşçu’dan eğitim sistemini geliştirmek için yeni bir medrese tasarlamasını istemişti. Ali Kuşçu, Orta Asya’daki bilimsel gelişmelerin merkezi olan Semerkant’ta Uluğ Bey tarafından yetiştirilmişti. Frederick Starr’ın “Kayıp Aydınlanma” isimli kitabı o bölgedeki bilimsel gelişmeler konusunda önemli bir kaynaktır.
Ben Fatih’in, Semerkant’ta sonlandırılan aydınlanma hareketini Ali Kuşçu ile İstanbul’da canlandırmak istediğini düşünüyorum. Ne yazık ki, Fatih’in ve Ali Kuşçu’nun gayretleri bu hayalin gerçekleşmesine yetmedi. 16. yüzyılın sonunda Takiyeddin’in kurduğu rasathanesinin yıkılması, İstanbul’da başlatılmaya çalışılan aydınlanma sürecini tamamen sona erdirecekti.
Hocaların hocası Prof. Dr. Hüseyin Atay “Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi” adlı kitabında medreselerde çocuk yaşta müderris ilan edilen ve maaş bağlanan kişilerden bahsederek bozulmayı işaret eder. Bu sorunlar 17. yüzyılda yaşayan Koçi Bey ve Kâtip Çelebi tarafından da gündeme getirilmiştir. Osmanlı toplumunda medreselerdeki hocaların ve iş bulamayan öğrencilerin çeşitli isyanlara ve olaylara karışarak toplumda huzursuzluk yarattıklarını biliyoruz. Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası” isimli kitabı bu olayların örnekleri ile doludur.
Osmanlıların neden geri kaldığını anlayarak, eğitim sistemimizi küresel rekabete hazırlamak için ipuçları bulabileceğimizi düşünüyorum. Bilim, teknoloji, sanayi ve ticarette geri kalma hikayemize farklı açılardan bakmak isteyenlere; Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Niçin Geri Kaldık?”, Taha Akyol’un ”Bilim ve Yanılgı”, Mehmet Genç’in “Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi” ve Bernard Lewis’in “What Went Wrong?” isimli kitaplarını önerebilirim. Prof. Dr. Timur Kuran da “Yollar Ayrılırken” isimli kitabında İslam dünyasında mesleklerin sayısı artmaksızın bürokraside unvanların arttığına dikkati çekiyor.
Avrupalıların keşif ve icatlarla uğraştığı dönemde eğitim sistemimizdeki bozulma nedeniyle bu gelişmelerin dışında kalmak, başta matbaa olmak üzere çeşitli yeniliklerin yüzyıllarca geç gelmesine neden olmuştu. Aslında Osmanlı azınlıkları matbaayı çok erken tarihlerde kullanmaya başlamış ve eğitim kurumlarını geliştirmeye devam etmişlerdi. Bunun sonucu olarak bürokraside ve teknik alanlarda azınlıklar öne çıkmıştı. Yabancı dilleri öğrenen ve yurtdışında şirketler kurmaya başlayanlar da bu azınlıklar olmuştu. Ayrıca askerlikten muafiyet onlara mesleki becerilerini ve işlerini geliştirme fırsatı veriyordu.
Azınlıkların eğitiminde önemli bir etken de Fransa, Amerika, İngiltere, Rusya gibi çeşitli ülkelerin desteklediği misyoner kuruluşların okulları oldu. Onlar Osmanlı dünyasındaki eğitim kurumlarının eksikliklerinden yararlanarak özellikle Hristiyan azınlıklara yabancı dil öğrettiler ve mesleki eğitimler verdiler.
Osmanlı’da azınlıklar ve medrese öğrencileri hariç bütün Müslüman gençler uzun yıllar askerlik yapmak zorundaydı. Özellikle 16. yüzyılda askere gitmemek için medreselerde toplanan gençler toplumsal sorunlar yaratmaya başlamıştı. Gençlerin enerjilerinden iş yaşamı ve özellikle de keşif ve icatlar için yararlanamamak Osmanlıların geri kalmasında önemli rol oynamıştır.
Bilimsel ve teknolojik uzmanlık gerektiren konulardaki teknisyen ihtiyacını karşılamak üzere Avrupalı yabancılar (Taife-i Efranciye) işe alınıyordu. Bu şekilde devam eden teknoloji desteği, ne yazık ki Sanayi Devrimi’ni yakalama imkânı sağlayamadı. O dönemde yaşanan iklim krizi de kıtlık ve veba salgınlarına neden olmuştu. Uzun savaşlar yanında tarımsal üretimin düşüşü ekonomik sıkıntıları tetikledi.
21. yüzyıldaki gelişmeler bazı açılardan 16. yüzyılı hatırlatıyor. Örneğin giderek daha fazla hissedilen iklim krizi ve pandeminin yarattığı olumsuzluklarla birlikte ekonomi ve eğitim sorunları yaşanıyor. Bu gelişmelerin gelecekte gençlerimizin yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilememesi için yapmamız gerekenleri konuşalım.
Yeni yüzyılda ayakta kalabilecek yeni eğitim sistemini kısaca tartışarak bu yazıyı sonlandıralım. Bu konuda öncelikle, yakın geçmişte görüşlerini gündeme getirdiğim uzmanların önerilerinden faydalanılabileceğini düşünüyorum. (https://t24.com.tr/yazarlar/talat-ciftci) Geleceğin üniversitesi konusunda, dünyanın çeşitli bölgelerinden başarılı üniversitelerin temsilcileri ile söyleşilere devam etmeyi planlıyorum. Umarım bu başarı örnekleri, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençleri yetiştirmek için faydalı olur.
Yeni yüzyılın eğitim sisteminin temelini iyi yetişmiş öğretmenler ve seçkin eğitim kurumları oluşturacaktır. Çocuklara erken yaşlardan itibaren kaliteli öğretmenler tarafından eğitim verilmelidir. İlkokuldan itibaren öğrencilerin, sınıf geçmeye odaklanmak veya testlere hazırlanmak yerine zihinsel gelişimleri hedeflenmelidir. Bu konuda örnek alınacak ülkelerin başında Finlandiya geliyor.
Ortaöğrenim sırasında hedefimiz, gençlerin eğilim ve yetkinlikleri incelenerek mesleki veya akademik eğitimlerden birine yönlendirilmesi olmalıdır. Bu konuda örnek alınacak ülkeler arasında Almanya ve İsviçre sayılabilir. Üniversite öğrenimi için harcanmakta olan kaynakların meslek liselerine yönlendirilmesi, iş dünyasının ihtiyaçları için kalifiye eleman yetiştirilmesini sağlayacaktır.
Üniversitelerin, iş dünyası ile yakın ilişkide çalışan, proje temelli eğitim kurumlarına dönüşmesi gerekiyor. Ayrıca iş yerinde üniversite veya uzun staj (COOP) modeline göre müfredat ve yapılanmalar hedeflenmelidir. (https://t24.com.tr/yazarlar/talat-ciftci/gelecegin-universitesine-kanada-dan-bir-bakis,32842, https://t24.com.tr/yazarlar/talat-ciftci/is-yerinde-universite-icin-bir-ornek-tobb-etu,32429 )
Üniversitelerin önemli bir çıktısı da iş dünyasının güncel sorunlarına yönelik tez çalışmaları olmalıdır. Özellikle de lisansüstü çalışmalara odaklanarak daha fazla doktoralı mezun verilmesinde yarar olduğunu düşünüyorum. Daha önce, Türkiye’nin dört katı büyüklükte ekonomisi olan Almanya’da bizden çok daha az üniversite öğrencisi olduğunu yazmıştım. (https://t24.com.tr/yazarlar/talat-ciftci/diplomali-issizlik-ve-insan-kaynaklari-planlamasi,31821 ) Buna karşılık, Almanya’da bizdeki sayının iki katı kadar doktora öğrencisi var. (https://ec.europa.eu/eurostat/statistics-explained/index.php?title=File:Number_of_tertiary_education_students_by_sex_and_level_of_education,_2018_(thousands)_ET2020.png) Onların büyük bir kısmı da mezun olduktan sonra sanayide çalışıyor.
Özetlemek gerekirse; çöpten kâğıt toplamak zorunda kalan üniversite mezunlarının ortaya çıkışındaki temel nedenin insan kaynakları planlaması eksikliği olduğunu düşünüyorum. Kısa sürede çok sayıda üniversitenin kurulması yeterince kaliteli akademisyen bulunmasını zorlaştırmıştır. Ayrıca, iş dünyasında çalışabilecek sayının çok üstünde mezun verilmesi diploma enflasyonu yaratmıştır. Buna ilaveten üniversitelere giriş puanlarının düşürülmesi ve kontenjanların artırılması akademisyenlerin üzerindeki ders yükünü artırarak bilimsel çalışmalardan uzaklaşmalarına neden olmuştur. Gelecekte, yüksek öğrenim için ayrılan kaynakları çok sayıda üniversiteye harcamak yerine, küresel ölçekte başarılı olabilecek araştırma odaklı üniversitelerin desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Son Söz: Gençlerimizi yeteneklerine uygun mesleklere yönlendirmek ve iş dünyasının ihtiyaç duyduğu uzmanları yetiştirebilmek için eğitim sisteminin tamamen yeniden tasarlanması gerekiyor.
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!