Hızla değişen dünyada, felsefenin gelecekteki yerini ve felsefe eğitiminin nasıl olması gerektiğini eski dostum Prof. Dr. Şafak Ural ile tartışacağım.
Söyleşiye başlamadan önce Şafak Hoca’yı sizlere tanıtmak istiyorum. 1971 yılında Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe Bölümü'nden mezun oldu. 1977 yılında İstanbul Üniversitesi, Sistematik Felsefe kürsüsüne asistan olarak atandı. 1978 yılında Doktor unvanını aldı. 1979-1980 yıllarında Viyana Üniversitesi Felsefe Enstitüsünde çalışmalar yaptı. 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalı'na Yardımcı Doçent olarak atandı. 1983 yılında Doçent ve 1988 yılında Profesör unvanlarını aldı. 2004-2009 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve 1989-2015 yılları arasında Felsefe Bölümü başkanı olarak görev yaptı. Viyana, Budapeşte ve ABD'de misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Yazar, editör ve bölüm yazarı olarak 27 kitaptan oluşan yayını ve 80’e yakın makalesi vardır. Halen İstinye Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesidir. (www.safakural.com)
Soru: Şafak Hocam felsefeyi tanımlayarak söyleşiye başlamak istiyorum. Felsefe nedir, neleri inceler ve hangi sorunları çözer?
Cevap: “Felsefe nedir?” sorusunun maalesef tek bir cevabı yok. Her filozofun cevabı felsefe anlayışına göre değişebiliyor. Felsefenin sorunları çözme yeteneği, toplumun felsefeye bakışı ile doğrudan ilişkili. Felsefeyi önemsemeyen toplumlar, acele çözüm arayışlarıyla çözümsüzlüğe kendilerini mahkum ediyorlar. Dolayısıyla da sorunuzu felsefenin işlevi açısından ele almak istiyorum.
Felsefenin çok bilinen özelliğinin eleştirmek olduğu söylenir. Evet gerçekten de felsefe tarihi, birbirine karşıt cevaplardan oluşan bir süreçtir; fakat felsefeyi karakterize eden asıl özellik, tek bir soru veya sorunla ilgili farklı cevaplar vermesidir. Bu özellik başka hiçbir bilgi dalında yoktur: örneğin bilim herkes için geçerli cevapları arar. Ama başta bilim, gelişim sürecinde felsefeyle hep iç içe olmuştur. Teoloji de dahil olmak üzere insan aklı ve deneyimini kullanan, hatta inanca dayalı her bilgi sistemi gelişim içindedir ve bu yüzden de açıktır ki felsefeye hep gerek duyulmuştur.
“Felsefe hangi sorunları çözer?” sorusuna cevap olarak, “Biz acaba her soruya tam bir cevap verebilir miyiz?” veya “Vermeli miyiz?” diye de sorabiliriz. Bilimi düşünün! İnsan aklı, teknolojik araçlarımıza gerek konuşma dilimize gerek matematiğe veya sınırlı duyu organlarımıza bağımlı iken, nasıl olur da emin olabileceğimiz bir hakikate ulaşmayı umabiliriz? Öte yandan insan, kendi yaşam süreci içinde kültürel, sosyal, teknolojik gelişimler ve değişimler ışığında “Ben buyum veya insan budur!” diyebilir mi veya demek ister mi? Dolayısıyla felsefe, çözemediğimiz soru ve sorunlara eşlik etmek durumundadır. Felsefe, “Şudur.” gibi bir çözüm üretmek için değil; sorunu tanımlayabilmek ve çözümün önünü açmak için gerekli bir araçtır.
Soru: Felsefe bir dönemin ruhunu mu yansıtıyor, yoksa felsefeciler o ruhun oluşmasını mı tetikliyor?
Cevap: Talat Hocam, bakıyorum hemen felsefeye bulaştınız! “Dönemin ruhu” deyince ne kastediyorsunuz? Bileyim de ona göre cevap vereyim. Ama, hadi sizi üzmeyeyim! Bu ilişki karşılıklı aslında; ama burada önemli olanı, “Hiçbir medeniyet yoktur ki, felsefe olmadan varlık kazanabilmiş olsun.” şeklinde ifade edebiliriz. O yüzden felsefenin çok temel bir özelliği, yukarıda işaret ettiğim anlamda yol gösterici olmasıdır. Felsefe olmadan “çağın ruhunu” yakalamak ve ona yön vermek mümkün değildir.
Soru: Önemli bir sorum da şu; din ve felsefe ilişkisi nasıl yürüyor?
Cevap: Bazen iyi, bazen kötü! Ama eğer “Felsefenin din ile ilgisi ve dinin felsefe ile ilgisi nasıl?” diye sorarsanız ona göre cevap veririm. Felsefenin aslında din ile bir sorunu yoktur! Elbette filozoflar arasında dine farklı şekilde yaklaşanlar olmuştur; ama açıktır ki bu, felsefeyi tanımlamaz! Öte yandan, felsefe zaman zaman bazı teologlar tarafından dışlanmak istenilmiş, hatta düşman ilan edilmiştir. Fakat bu da bence dinin değil, bazı teologların sorunudur.
Çok iyi bilindiği gibi, gerek Hristiyanlık gerek İslamiyet felsefe aracılığıyla kendi kültürünü oluşturmuştur. Elbette her iki dinin de vahiy üzerine kurulduğunu biliyorum. Vahiy, belirli özellikteki bir bilgi sisteminin inşası için gerekli bir aksiyom durumundadır. Çok iyi bilindiği gibi, başta geometri ve tüm bilimsel sistemler, birtakım kabuller/aksiyomlar üzerine inşa edilirler. İlginçtir; bir vahiy dini olan İslamiyet, görmeyi, ama bunun için de akıl etmeyi (tavsiye etmenin de ötesinde) emreder. Bu onun gelişim içinde olmasını gerektirir. Çünkü görmek, hep yeni bir şeyler aramak demektir. Peki sorarım size, nasıl göreceğiz? İnsanlar asırlar boyu gökyüzüne bakmışlar, ama gördükleri hep güneşin hareket ettiği olmuş! Görmekten akıl etmeye düz bir çizgi olsaydı işler ne kolay olurdu! İş bununla da kalmıyor; basit bir anlatımla gök cisimleri (birbirleri üzerine olan bozucu, perturbator etkiler dolayısıyla) karmaşık yörüngeler izlerler.
Antik Çağ'dan itibaren bu gibi olayların anlaşılıp açıklanması felsefi bir sistem (özellikle Aristoteles sistemi) üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Bu durumda, felsefeyi nasıl dışlarsınız? Görmek yeterli değildir; görünenin akla uygun açıklamasını verebilmek gerekir. Bunu başaran bir sistemi yok farzedebilir misiniz? Felsefe doğası gereği muzır, sorgulayan ve farklı cevaplar veren bir alan. Eğer onun bu özelliğinden yararlanmazsanız, o da sistemin içini boşaltır, deyim yerindeyse altını oyar. Yapılacak tek şey, felsefeyi dışlamak yerine ondan yararlanmak olmalıdır. Aslında bu konuyu irdelemekte yarar var. İslam dünyasının en parlak dönemlerinde büyük filozofların yetiştiği, geriye düştüğü dönemlerde ise artık felsefi tartışmaların yapılmadığı görülür. Bunun tesadüf olduğu söylenemez.
Soru: O halde bu konuyu biraz daha netleştirelim.
Cevap: Eyvah kendime iş çıkardım! Öncelikle şunu belirtmek yerinde olacaktır: Teoloji ile felsefe arasında değişmez ve tek yönlü bir ilişki sözkonusu değildir. Bu ilişki bilimsel gelişmelere de bağlıdır. Şüphesiz teolojinin işlediği sorunların değişmediği, örneğin Tanrı'nın varlığının ispatının temelde değişmeyen argümanlar aracılığıyla verildiği söylenebilir. Fakat biraz yakından bakınca durumun hiç de böyle olmadığı görülecektir; çünkü insan ve evren gibi temel kavramların içerikleri sürekli değişim içindedir. Bu değişim bilimsel çalışmalarla ilgi içindedir ve yeni felsefi yorumlara ihtiyaç gösterir.
Bilindiği gibi Aristotelesci evren anlayışında ay-üstü âlem mükemmeldir, ay-altı âlemde ise oluş ve bozuluş vardır. Bu görüş kabaca gerek Ortaçağ Hristiyan gerek İslam dünyasının temel bir kabulüdür ve ereksel bir evren anlayışı üzerine inşa edilmiştir. Bu evren anlayışı, Newton ile birlikte ortadan kalkmıştır; çünkü evren tektir, her yerinde doğa yasalarının geçerli olduğu bir tekbiçimliliğe (uniformity) sahiptir. Buradaki asıl değişim, cevap aranılan sorunun kendisidir. Şöyle ki, biz nesneler dünyasında olup biteni nedensel ilişkiler aracılığıyla kavrarız. Sebep-sonuç ilişkisi ise ya ereksellik (teleolojik) veya doğa yasalarının geçerli olduğu mekanik bir anlayış üzerinden kurulur. Eğer “niçin” sorusunu sorarsanız, cevap ereksel bir bakış gerektirir. Fakat “nasıl” sorusu, sebep ve sonuç ilişkisi arasında yasalara bağlı bir ilişki öngörür. Aristoteles, “Taş niçin düşer?” şeklinde bir soruya cevap aramıştır. Halbuki Newton, “Taş nasıl düşer?” sorusunu sormuş ve bu soruyu yerçekimine (gravitasyon kuvvetine) bağlı olarak, yani doğa yasaları aracılığıyla cevaplandırmıştır. “Niçin” sorusunu teolojik bakışa yaslamak mümkündür. Fakat “nasıl” sorusu, rasyonel ve mekanist bir anlayış ile doğa yasalarının kullanılmasını gerektirir.
Burada bizi öncelikle ilgilendirebilecek husus, bu iki sorudan birisinin diğerini dışta bırakmamasıdır. Verilecek cevaplar da birbirlerinin yerine konulamazlar. Çünkü aranılan ve sorgulanan şey farklıdır. Şimdi sorarım, bilim ile inanç birbiriyle nasıl çelişik olabilir? Çünkü evreni kavramak isteyen bir kimse her iki soruyu birlikte sorabilir. İnsan olup biten hemen her şeyi aklıyla kavramak hem de ona bir anlam yüklemek ister. “Akıl etmez misin?”, “Görmez misin?” gibi sorular, bilimsel verileri kullanmayı, yani değişim ve gelişim içinde olmayı gerektirir; niçinlere cevap aramak, olana bir anlam yüklemek isteyen kişi teolojik kabullerle iş görecektir.
Soru: Felsefe kitapları Eski Yunan filozoflarının düşüncelerini tartışarak başlar. Oysa Asya’da çeşitli felsefe akımlarının Yunanlardan asırlar önce başladığına dair bilgiler var. O felsefe akımlarından Yunan düşünürler etkilendi mi? Yoksa Yunan felsefesi tamamen kadim düşünce akımlarından bağımsız bir şekilde mi ortaya çıktı?
Cevap: Aslında belirli bir kültür düzeyine ulaşmış her toplumda felsefi bakış, felsefi yorum ve giderek felsefi bir sistemden söz etmek mümkündür. Antik Çağ Yunan felsefesinin çıkış noktasının Anadolu olduğu; kuzeyden, Makedonya’dan, İran üzerinden gelen görüşlerden etkilendiği bilinmektedir. Bu felsefeyi diğerlerinden ayıran özellik, aynı soru veya sorun ile ilgili farklı cevapların verilmesidir. İşte bu özellik Antik Yunan felsefesinin biricikliğinin ve asırlar boyu varlığını sürdürebilmesinin de gerekçesidir. Felsefe dışında her bilgi sistemi doğruyu, hakikati veya ispatlanabilirliği arar. Bu felsefe, söz konusu özelliği sayesinde yol gösterici olmuştur; çünkü bir görüşe saplanıp kalmadan soruna farklı açılardan bakabilme ve dolaysıyla eleştirebilme olanağı sağlar. Bu, bütün etkilere rağmen, Antik Çağ felsefesini karakterize eden ve diğerlerinden ayıran bir özelliktir.
Soru: İslam dünyasının, Hristiyan düşünürlerden etkilenmeksizin, Eski Yunan düşünürlerinin kitaplarını incelediğini biliyoruz. Pagan olduklarına bakmadan onların yüceltildiğini hatta “Eflatun aleyhisselam” denildiğini görüyoruz. Yunan felsefesinin İslam dünyasında kalıcı etkisi ne oldu?
Cevap: İslam dünyasında Antik Çağ Yunan felsefesinin etkisi maalesef hala sürüyor; diğer bir ifadeyle, yukarıda işaret edildiği gibi, Newton'un bilim anlayışı, daha doğrusu bu anlayışın felsefi sonuçları İslam coğrafyasında henüz kavranılmış değil! Çünkü Aristotelesci bilim ve felsefe anlayışı hala teolojik sorunların yorumunda, cevaplandırılmasında, açıklanmasında kullanılıyor. Diyebilirsiniz ki bunun ne önemi var!? Teoloji, günlük yaşamda ortaya çıkan yeni ve kendine özgü bazı sorunlara cevap verebilmelidir. Her çağ ve toplum kendine özgü ekonomik, kültürel, siyasi, felsefi vb sorunlara sahiptir. Teoloji bu tür değişime ve gelişime ayak uyduramadığı taktirde, soruları cevaplandıramayacak, o çağa özgü sorunlara temel ilkeleri doğrultusunda çözüm üretemeyecektir; sonuçta kendi içine kapalı, yasaklamaların getirdiği bir fanatizm kaçınılmaz olacak, inançların bilimle arası açılacaktır.
“Bilim nerede ise gidip bulacaksın!” İslam düşünürleri, inançlarına bakmadan Antik Çağ’ı anlamaya ve yararlanmaya çalışmışlardır. Antik Çağ filozofları, hiçbir kültürün görmezlikten gelemeyeceği donanıma sahiptiler. Bu donanım, gerek bilimsel gerek teolojik gerek günlük yaşamda kullanılabilecek bilgileri içeriyordu. Ne var ki bu bilgilerin arka planını oluşturan felsefi yapı, politeist bir din anlayışı üzerine inşa edilmişti. Kanaatimce İslam dünyası filozoflarının katkısı, bu felsefe anlayışını monoteist bir din açısından yeniden inşa etmek olmuştur. Bu hiç de kolay bir süreç değildir. Temel felsefe kavramlarının özünü korurken onları yeniden tanımlamak demektir.
Genellikle, İslam dünyasının Antik Çağ felsefesine yeni bir şey katmadığı söylenir. Bence Müslümanlar daha zor olanı yapmışlar, eski piramitlerin aynısını yeniden inşa etmişlerdir. Özellikle Platon ve Aristoteles'e değer vermelerinin sebebi, bence karşılarında duran ve binlerce yıl varlığını sürdürecek olan bu muhteşem sistemin kurucularının başarılarına duyulan saygıdır. Felsefe, evet spekülatif bir alandır; ama o aynı zamanda günlük yaşamın da tam içindedir. Dolayısıyla felsefe, çağın sorunlarına çözüm getirmek isteyen kişi veya toplumun önünü açmasına ve kültürel varlığını sürdürmesine zemin hazırlar. İslam dünyasının Antik Çağ felsefesini kullanarak inşa ettikleri piramitlere bağlılıkları bence maalesef halen sürmektedir.
Soru: Kur’an’da çok sayıda ayette akıl yürütmeden bahsediliyor. Buna karşılık akla karşı nakil tartışmasına rastlıyoruz. Bu tartışma nasıl ortaya çıktı?
Cevap: Bu sorunuzun, hepsi birbirine farklı şekillerde bağlı sebepler yığını aracılığıyla cevaplandırılabileceğini sanıyorum. Bu yığının sınırlarını çizmek ve unsurları arasında tutarlı bağıntılar kurmak da hiç kolay görünmüyor. Temelde olduğunu düşündüğünüz her gerekçenin arkasında başka sebepler bulmak ve sebep olarak gösterilebilecek bir gerekçenin kendisini sonuç olarak yorumlamak da mümkün. Bu karmaşa içinde felsefeye ayrı bir yer verilebileceğini düşünüyorum.
Bilindiği gibi İslam dünyasında felsefenin dışlanması genellikle Gazali'ye bağlanır. Gazali'nin Nizamiye medresesinin başına getirilme gerekçesi, İslam dünyasında baş gösteren siyasi istikrarsızlığın önlenmesiydi. Gazali bunu felsefeyi ama özellikle de ibn Rüşt, Farabi ve ibn Sina gibi düşünürlerin felsefelerini eleştirerek yapmaya çalıştı. Burada beni ilgilendiren nokta, siyasi istikrarsızlığın ortadan kaldırılması için felsefenin bir araç olarak görülmüş olmasıdır. Sonunda felsefeye karşı bir hareket ortaya çıkmış olsa da, felsefenin işlevinin farkedilmiş olması, bence ilginç ve son derece önemlidir. Bu süreci Viyana Çevresi Pozitivizmi ile kıyaslamak mümkündür. Bilindiği gibi Çevre düşünürleri geleneksel felsefeye karşı çıkmışlar, onu anlamsız bir uğraşı olarak görmüşlerdir. Bu noktaya kadar Gazali'nin bakış açısıyla olan uyum, sonraki adımda tam bir zıtlığa dönüşmüştür: Çevre düşünürleri ve sonra gelenler yeni bir felsefe anlayışı ortaya koymak için büyük bir çaba sarfetmişler ve bunda başarılı olmuşlardır.
Gazali ve sonrası dönemde ise felsefeyi yoketme çabası üstün gelmiş, gerekli sıçramalar yapılıp teolojinin önü açılamamıştır. Sonuçta teoloji, geçmişteki işleviyle kıyaslanması mümkün olmayan bir noktaya savrulmuştur. Antik Çağ felsefesinin yeniden inşasında başrolü oynayan teoloji, kısır bir döngü içine girmiştir. Böylece, topluma çok yönlü katkısı olabilecek aslında özgün içeriğe sahip medreselerde, toplumu ileriye taşıyacak olan paradigmaların inşa edilebilme olanağı da kalmamıştır. Bilim ve felsefenin fideliği olması gereken kurumlar, bir bataklığa dönüşmüştür. Bu koşullar altında sağlıklı bir akıl yürütmeden de söz edilmemez. Çünkü akıl yürütme, görebilme, anlayabilme gibi eylemlerinin başarısı güvenilebilir verilerin kullanılmasına bağlıdır. Bu veriler ise öncelikle bilim ve felsefe tarafından sağlanabilir. Sonuçta meydan ister istemez nakil eylemine terkedilmiş oluyor.
Soru: İslam dünyasında XII. yüzyılda Razi geometrinin önemini vurgularken, XVII. yüzyıla gelindiğinde İmam Rabbani’nin onun faydasızlığından bahsettiğini görüyoruz. (Taha Akyol, Bilim ve Yanılgı, s. 29) Hatta, XVIII. yüzyılda geometri ile doğrudan ilişkili olduğu için ismini hendeseden alan mühendislik eğitimi ihtiyacını karşılamak için Osmanlılar Batı’dan uzmanlar getirmişti. İslam dünyasında bilim eğitimi ve geometri nasıl önemini yitirdi?
Cevap: Bence bu sorunun cevabını öncelikle medreselerin geçirdiği dönüşümde aramak gerekir. Selçuklular tarafından kurulan ve İslam coğrafyasını ileriye taşıyabilecek medreseler, eksen kayması yaşamış, liyakat yerini adam kayırmaya bırakmış, teoloji, bilim ve felsefe arasındaki etkileşimin ortadan kalkması gelişimi imkânsız hale getirmiştir. Bilim, iyi işleyen eğitim kurumlarının varlığını şart koşar; iyi işleyen eğitim kurumları siyasi ve kültürel ortamdan destek görmek durumundadır. Bir eğitim kurumunun iyi işlemesinin göstergesi, dış dünyadaki gelişimi takip edebilecek altyapıya, eğitmen ve öğrencilere sahip olmasıdır. Başarılı bazı medrese yöneticilerinin cezalandırıldığını, hatta idam edildiğini biliyoruz. Siyasi baskılar, entrikalar bu kurumları asli görevlerinden uzaklaştırmışlardır.
Eğitim kurumları hem kendi kaynaklarını hem de dışarıdan gelecek verileri kullanmak durumundadır; yöneticiler bu olanakları sağlamakla yükümlüdürler. Aşağı yukarı XV. ve XVI. yüzyıllar Avrupa'da geometri, matematik, astronomi, fizik gibi bilim dallarında atılımların ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Bu çalışmaların takip edilmemesinin, daha doğrusu edebilecek eğitmen kadrosunun olmamasının çöküş anlamına geleceği açıktır. Bir bisiklet sürücüsü gibi, bilimde ilerlemezseniz düşersiniz.
Soru: Bu önemli konuyu biraz daha tartışmakta yarar var. Başlangıçta Avrupa tarafından hayranlıkla izlenen İslam dünyasındaki gelişmelerin XVI. yüzyıldan itibaren giderek yavaşladığını görüyoruz. Buna karşılık zaman içinde Avrupa’da bilim ve felsefe konularında gelişmelerin hızlandığına şahit oluyoruz. Bu yol ayrımına nasıl gelindi?
Cevap: Eğitim kurumlarına yapılan siyasi müdahaleler, gerekli tedbirlerin alınamaması sonucunda medreselerin görevlerini yapamaz hale gelmeleri bence kaçınılmaz bir sonuçtur. Felsefeyi; eleştiren, sürekli farklı öneriler sunan bir rehber gibi de düşünebiliriz. Özellikle teoloji ve bilim, bu tür bir rehberliğe her zaman ihtiyaç duymuştur. Bu üç alan birlikte toplumsal ve bireysel sorunlara cevap verebilecek paradigmaların inşasına olanak sağlayabilirler. Dolayısıyla keşke yeni paradigmalar ışığında yeni piramitlerin inşası için bir yol ayrımına gelinebilseydi. Bence nakil yoluyla geçmişe bakmak, yeniyi anlamaya çalışmak yerine eskiyle tevil etmeye çalışmak, sonuçta hep aynı yerde beklemeye yani bir yol ayrımına gelememeye sebep olmuştur.
Soru: Avrupa’da Rönesans’ı takip eden dönemdeki keşif ve icatlar yanında Galileo, Newton ve Darwin gibi bilim insanlarının etkisiyle önemli felsefe akımlarının ortaya çıktığını görüyoruz. Bir taraftan dünyanın kainatın merkezi olmadığı öne sürülüyor, diğer taraftan da insanın doğadaki yeri sorgulanıyor. Bu dönemde kurulan üniversitelerde felsefe eğitimi ne şekilde verildi?
Cevap: Bildiğiniz gibi Newton'un ünlü eserinin adı “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri” şeklindedir. Dolayısıyla, belli bir disiplinin adı olarak “bilim” (“science”) kavramı henüz kullanılmıyordu ve çalışmalar “felsefe” başlığı altında yapılıyordu. Felsefe zaten bir çatı kavramı olarak birçok disiplini içinde barındırıyordu. Newtoncu bilim, felsefede ve onun teoloji ile olan ilişkisi/etkileşiminde zamanla yepyeni bakış açılarının doğmasına sebep oldu ve bazı kırılmalar kaçınılmaz hale geldi. Kozmolojinin ilk kırılma noktası olması sebepsiz değildi. Her zaman olduğu gibi özellikle sosyal, ekonomik, kültürel ve dini talepler, belli bir felsefi anlayış olarak karşımıza çıkmıştır. Özellikle Hristiyanlık, Kopernik'e kadar bu özelliğini fazlasıyla hissettirmiştir. Dünyanın merkezde olması, Aristoteles sisteminde nesnel bir zorunluluktu; bu zorunluluk zamanla teolojik bir içerik kazandı. Evrenin merkezinde dünya olmalıydı; bu sayede Hristiyanlık evrenin merkezinde yer almış olacaktı. Halbuki güneşin merkezde olması temelde sadece nesnel ve fiziksel bir olgudur; bunun kabul edilmesi, bilinen çok sıkıntılı bir süreç sonrasında, felsefenin yüzünü teolojiden bilimsel verilere dönmesiyle gerçekleşmiştir.
Ne var ki insan, artık evrenin merkezinde bulunmasa da, canlılar dünyasında ayrıcalıklı yerini korumaktadır. Darwin’in açtığı yol, bu ayrıcalığa son vermiştir. Darwin'e karşı olan görüşlerin arka planında, öyle görünüyor ki, Hristiyanlık’tan gelen söz konusu tortular bulunmaktadır. Nitekim, bence İslamiyet, evrim konusunda hiçbir olumsuzluk içermemektedir. (Bu konuda Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın yazılarına bakılabilir.) Eğer insana ilişkin bir ayrıcalıktan söz etmek gerekirse bu onun manevi yönüyle ilgili olabilir; yoksa insan diğer canlılara göre güçsüz bir durumdadır. Bugünkü kozmolojik veriler, evrenin kendisinin bile baş döndürücü bir hızla sürekli evrimleştiğini söylemektedir. Yukarıdaki açıklamalar ışığında “İnsan da dahil olmak üzere evren nasıl bu hale geldi?” sorusunun tek cevabı “Evrim ile.” olabilir. Ama eğer “Niçin bir evrim vardır?” sorusunun cevabı istenirse, teolojik bir kabul üzerine inşa edilebilir. Öyle görünüyor ki felsefeden yoksun bir teoloji, kendi ayakları üzerinde duramamaktadır.
Doğru bir felsefe eğitimi her zaman, bilim, felsefe ve teoloji ilişkisindeki yanlış yorumları ve iltibasları ortadan kaldırma konusunda üzerine düşeni yapmıştır; fakat bunun için felsefe eğitimi (olması gerektiği şekilde) verilmelidir. Osmanlı dönemi sonlarında bile “Gazali haklı mı, değil mi?” tartışması yapılıyordu ve hala Aristotelesci mantık anlayışı kullanılıyordu. Halbuki XVII. asır sonları itibariyle mantık, geometri ve matematik alanında yenilikler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Soru: Günümüzde çok yoğun krizler ve dönüşümler yaşıyoruz. Pandemi ve orman yangınlarından tutun da kuraklıktan sel felaketlerine kadar küresel sorunlarla karşı karşıyayız. Bir taraftan da dijitalleşme, yapay zekâ sistemleri ve robotlar yaşam tarzımızı değiştirmeye zorluyor. Bu gidişle dünyanın sonunu getirmekte olduğumuzu anlıyoruz. Bu dönemin felsefecileri ortaya çıktı mı? Zamanın ruhu felsefeye yansıdı mı?
Cevap: Bilinen bir benzetmeyle, bir tavşandan ağaca çıkmasını isterseniz, adil bir yarışma yapmış olmazsınız. Felsefeden her soruna cevap vermesini bekleyemeyiz. Evet, zamanın ruhu topluma ve bireylere yansımış durumda. postmodern doğru, bir yönüyle egoizmi, kişilerin çıkarlarına bağlı tanımları içeriyor. Bu, belli bir ahlak anlayışının kabul görmesidir. Bunun yorumu ve sonuçlarının irdelenmesi elbette günümüz filozoflarının sorunudur.
Sorunuz vesilesiyle benim asıl dikkati çekmek istediğim nokta, İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdur. Afganistan başta olmak üzere yaşanan trajediler, din adına birbirlerini öldüren müslümanlar, adaletsizlik, yolsuzluk, hukuksuzluk gibi toplumu çok olumsuz etkileyen olaylar, acaba yukarıda işaret edilen gerilemenin bir devamı mıdır? Elbette mevcut olumsuzlukların arkasında devletler arası ekonomik, siyasi, askeri çıkar hesaplarına bağlı etkenler görmemezlikten gelinemez. Ama bu hesaplara alet olmanın ve önleyememenin üzerinde sanırım çok yönlü olarak durmak gerekir. Bu noktada özellikle İslam dünyasının, uzun zamandan beri ihmal etmiş olduğu felsefi tartışmalara ve onun getireceği felsefi derinliğe çok fazlasıyla ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Soru: Ülkemizde, hatta üniversitelerimizde bile felsefeye ilgi çok sınırlı seviyede. Dünyada da benzer bir eğilim var. Örneğin doktora derecesinin tanımı felsefe doktoru (Ph.D.) olmasına rağmen özellikle temel bilim ve teknoloji alanlarında felsefe dersleri almak mecburi değildir. Ben ABD’de mühendislik doktora programında felsefe dersi almadım. Buna karşılık yakın zamanda sanat doktorası yaparken felsefe dersi aldım ve çok faydalı buldum. Sizce orta öğrenimde ve üniversitede felsefe konuları nasıl işlenebilir?
Cevap: Söz konusu eğitimin iyi bir örnek olduğu ve diğer üniversiteler, özellikle Avrupa üniversiteleri için geçerli olduğu söylenemez. Evet, mühendis olmak için felsefeye gerek olmayabilir; ama iyi bir mühendis olmak için felsefe bence kaçınılmazdır. Nitekim sizin bu söyleşiyi yapmak için ihtiyaç hissetmiş olmanız bile bunun bir göstergesidir. İçinde bulunduğumuz toplumun, olup bitenleri daha derinden kavramaya, akıl etmeye fazlasıyla ihtiyacı vardır. Ph.D., incelenen konunun felsefesini yapabilme ehliyetinin göstergesidir. Bazı şeylerin değişmesini istiyorsak, çok kısa bir ifadeyle, filozof yetiştirmeliyiz.
Bugünkü felsefe eğitimi büyük ölçüde Batı felsefesinin veya İslam felsefesinin nakli şeklinde gerçekleşiyor. Bence öncelikle bu çember kırılmalı. Felsefe bölümlerinin hemen hepsinde İslam felsefesi okutuluyor. Bu anlaşılabilir bir şey; fakat ilahiyat fakültelerinde mutlaka felsefe kökenli kimseler de olmalı. Bu fakültelerde doğa bilimleri, toplum bilimleri ve temel bilimler de makul ölçüde okutulmalı. Yani kısaca günümüzü anlamaya yönelik bir anlayışa, paradigma değişikliğine ihtiyaç kaçınılmaz durumda. İstinye Üniversitesi’nde bu sene öğrenci alan felsefe bölümünün birçok açıdan öncülük yapabileceğine inanıyorum.
Soru: Şafak Hocam sorularıma zaman ayırıp cevap verdiğiniz için çok teşekkürler. Sizin son sözünüzle bu söyleşiyi tamamlayalım.
Cevap: Ben teşekkür ediyorum sayın hocam! İlgiyle okuduğum söyleşilerinizde felsefeye yer vermenizin çok önemli olduğunu düşünüyorum ve bu beni çok mutlu etti.
Son Söz: Felsefe; bir kavram işçiliğidir, onları sabırla örebilmektir ve ancak eğitimle kazanılabilir. Sabırsız toplumların felsefi çözümlere tahammülü yoktur, dolayısıyla sorunları planlayarak çözebilmek becerisine de sahip olamazlar.