İki imparatorluğa payitaht olmuş bu İstanbul’un, payitahtı da Beyoğlu’dur. Barcelona’da Ramblas, Paris'te Pigalle, Londra’da Soho, Atina da Plaka, nasıl bu kentlerin kalbinin attığı yerlerse İstanbul’da da Beyoğlu öyledir. Şu Korona günlerinde hüzünlü bir iç çekişle köşeye çekilmiş, sisli, ıssız bir melankoliye bırakmışsa da kendini, Beyoğlu, Beyoğludur. Kendine gelmesi, iki dakikasını alır. 18 yıllık AKP iktidarı Beyoğlu’nun cazibesini silmek için çok uğraştı ama yüzyıllardan gelen gelenek karşısında, İstiklal'de dolaşan Arap turist sayısını arttırmanın ötesinde fazla bir "başarı" elde edemedi.
İstanbul’un simge mekanları gibi simge isimleri de vardır. İstanbulun kadim semtlerinde rastlarsınız öyle insanlara. Şehir onların rengiyle boyanmıştır. O rengi çıkartın, eksik kalır, renksiz kalır kent. Beyoğlu’nun da var elbette simge insanları. Madam Anahit onlardan biriydi, Entellektüel Cavit onlardan biriydi, Yakup da öyle, Midyeci Haydar da ve elbette Hikmet (Dikmen) Abi de. Hepsi rahmetli oldular, nur içinde yatsınlar. Hikmet Abi’yle ne zaman nerede tanıştığımı tam hatırlamıyorum. Sanki akrabadandı. Hep hayatımızda olmuştu. Hikmet Abi’yi herkes severdi.
Emek Sineması'nın müdürüydü Hikmet Abi. Emek sineması bir sinemadan çok daha fazlasıydı. Kentin canlı tarihinin, kollektif bilincinin bin yıllık meşe ağacıydı. Öyle görkemli, öyle kapsayıcı. Hepimizin anılarında baş köşedeydi Emek Sineması. Önünde beklediğimiz sevgili, filmi kaçırıp kendimizi attığımız meyhane, bilet kuyruğunda gelişen dostluklar, sağanak yağmurda saçağının altına sığınmamız, son lokmalarını gövdeye indirdiğimiz ıslak hamburger ya da yarım ekmeğe kokoreç, film çıkışında profiterol. Liste uzayıp gider. Ve tüm bu gidiş gelişlerin arasında Hikmet Abi.
Uzun boylu, mavi gözlü yakışıklı adamdı. Hep güler yüzlüydü. Yardımcı olmaya çalışırdı herkese. Film başlayınca, yavaşça mabedi olan küçük odasından süzülür, arkadan Nevizade Sokağı’na girer, Kadir Restaurant’ta demlenmeye başlardı. Seansın bitimine yakın kalkar birkaç dakika içinde tekrar sinemada olurdu. Bir sorun olursa Hikmet Abi’yi nerede bulacağını bilirdi herkes. Festival zamanları, Hikmet Abi bir başka mutlu olurdu. Festival boyunca sanki her gün doğum günüydü. Kapı önünde, gişede, fuayede, salonda "sevinçli bir telaş içinde" dolaşır, efendim diye başlayan cümlelerle konuklarını ağırlardı. Emek Sineması onun eviydi. O da İstanbul Festivali’nin sembolüydü.
Hikmet Abi’yle güzel muhabbetimiz vardı. Aynı meyhaneye giderdik. Kadir Abi hayattaydı daha. Hikmet Abi’nin ayrı bir meyhane grubu vardı. Hep birlikte içerlerdi. Zaman zaman araları bozulur, bir, ayrı içmeye başlardı. Onlar her zaman giriş katında, arkaya doğru olan masada otururlardı. Gidip gelirken ayak üstü sohbet ederdik. Sonra muhabbet ilerledi. Bazen sinemanın önünden geçerken yakaladığı gibi içeri atardı. "Bu film güzel mutlaka izleyin" derdi. Bir festival zamanı, 21.30 seansı başladıktan sonra, sinemanın önünden geçiyorduk, başka bir filmden çıkmıştık. Hikmet Abi "gelin gelin yeni başladı" dedi. Biz ne olduğunu anlamadan sokuverdi içeri. Siyah beyaz bir Yunan filmi olduğunu hatırlıyorum. Bir türlü içine giremedik filmin ama çıkmaya da korkuyoruz, Hikmet Abi’ye ayıp olur diye. Zorla seyretmiştik sonuna kadar.
Hikmet Abi’nin odasına girmek herkesin harcı değildi. Küçük bir elektrikli sobayla ısınan odasında yıllarca, artık yaşlanmış olan bir sokak köpeğine baktı. Zavallıcık orada ısınır, ona yiyecek bir şeyler verirdi. "Efendim zavallı kimsesi yok, yaşlı, hasta, ben bakıyorum" diye anlatırdı. Odaya girme şerefine nail olmuşsanız, leblebiyle, birer dublede rakı içilirdi. Eğer birkaç kez girme ayrıcalığına ermişseniz de bir küçük rakıyla gitmek hoş olurdu, büyük rakı götürme nezaketsizliğini yapmak aklımdan geçmezdi tabii. Hikmet Abi çok içerdi, iyi içerdi. ama tek bir gün bile sarhoş olduğuna kimse şahit olmamıştır. Alkolün etkisiyle tek bir gün bile olumsuz, yersiz bir davranışta bulunmamıştır.
Hikmet Abi aslında Emek Sineması yıkıldığı gün öldü. Belki bedeni yaşamaya devam etti ama, ruhunu o yıkıntılara teslim etti. Emek Sineması’nı yıkmak, İstanbul şehrinin böğrüne bir bıçak saplamakla aynı şeydi. Peş peşe bıçakladılar İstanbul’u; önce Emek, sonra Atatürk Kültür Merkezi... Attila İlhan’ın o müthiş şiirindeki Haliçte vurulan vapur gibiydi. Vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü/hiç biriniz orada yoktunuz, der ya şair. Aslında hepimiz oradaydık, çığlıklarını duyduk sinemanın, AKM’nin, ama gücümüz yetmedi. Ne Emek’in kalıntılarından yapılan Grande Pera Emek Sahnesi ne de yeni Atatürk Kültür Merkezi (adını değiştirmezlerse tabii) eskileri gibi olacak. Çünkü yıkıntıların altında koca bir kentin anıları da kaldı.
Hikmet Abi İstanbul’un simge insanlarından biriydi. Sineması yıkıldı ama bize o güzel gülümsemesini, müşfik insanlığını bıraktı. Emek sinemasız, Hikmet Abisiz eksilmişti Beyoğlu’nun sokakları, şimdi bomboş. Elbet bu günler geçer. Biz de Hikmet Abi’yi hatırlarız iki duble rakının tesellisinde, aynı tadı alamasak, o muhabbeti bulamasak da…