Acar bir sonbahar şarkısı yollarda. Işık tayfının kırmızıdan sarıya, kahverengileşen tarafları. Sağdan direksiyonlu bir arabayla kuzeye tırmanıyorum, İskoçya kıyılarına doğru.
“Nasıl kullanıyorsun burada araba?” diyor yanımdaki.
“Ben İstanbul şoförüyüm, her yerde kullanırım” diye yapıştırıyorum cevabı. “Sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan fark etmez”. Muzipçe gülümsüyorum bunu söylerken. Sanki marifet. İstanbul’dayken kızdığım trafik kaosuyla övüneceğim aklıma gelmezdi.
“Bugünlerde otostopçuları kimse almıyor, insanlar korkuyor “ diyor.
“Ben hiç bir şeyden korkmam, beni koruyan bir melek var, bana zarar vermeye kalkanları çarpıyor, istersen dene de gör”.
“Tuhaf biri olmasan tersten direksiyonlu bir arabayla ne işin var Highland’de? Sahi nereye gidiyorsun?
“Uig’e”
“Uig de neresi be?”
“Sen buralı değil misin?”
“Yok ben Galliyim. Güney taraflarında bir kasabadan, Merthyr Dyfan ”
“Garip bir isim. Sanki ‘Yüzüklerin Efendisi’nde anlatılan Orta Dünya’dan bir kasaba ismi gibi”
“Pek orta sayılmaz bizimkisi, Kenar Dünya olabilir.”
“Ee seni yollara düşüren ne?”
“Sanat tarihi öğrencisiyim, Charles Rennie Mackintosh iskemleleri üzerine tez hazırlıyorum, bilir misin Charles Rennie Mackintosh’u?”
“Bilirim, Glasgow’da yaşadım bir süre. Her gün Glasgow Sanat Okulu’nun önünden geçerdim. Okul da onun tasarımı değil mi?
“Evet, bir gün orada ders vermek istiyorum. Babam marangoz, iyi ustadır. Yaptığı mobilyaları yüz yıl kullan, bir şey olmaz. Çocukluğumdan beri izlerim onu iş yaparken. Bir gün bir sandalye yapmaya niyetlendim. Babama söyledim. Malzemeler burada dedi. Biz annenle hafta sonu için Cardiff’e gideceğiz, döndüğümüzde bitirmiş olursun. Pazar gecesi döndüklerinde babam salonda duran sandalyeye baktı uzun uzun. Hiç bir şey söylemedi. Beğendim, beğenmedim, şurası şöyle olmuş, burası böyle olmuş. Hiçbir şey. Bir kaç gün sonra elinde bir kitapla odama girdi: "Senden marangoz olmaz" dedi. Al bu kitabı oku, Cardiff teki Sanat Okulu’na başvur. Kitap tahmin edebileceğin gibi Chalrles Rennie Mackintosh üzerineydi. Benim sandalyeyi işlevsiz bulmuştu babam, ama estetiğini beğenmişti anlaşılan. İşte böyle, okul bitmek üzere. Hayatımın özeti bu bir kaç cümle. Uig neresi, ne yapacaksın orada?”
“Uig, Skye adasının kuzeyinde küçük bir köy. Koyun karşısında, sahilde İdrigil denen yerde MacLeod’lu Flora MacLeod’u bulacağım. Klan şefliği yapmış aynı isimli kadının torunuymuş.”
“Macleod klanının şeflerinden birinin torununu, bir Macleod kadınını mı görmeye gidiyorsun? İçlerine kapalı, sert insanlar olmalarıyla ünlüdürler. MacDonald klanıyla olan kan davaları ve karşılıklı aynı kabileden yüzlerce kişiyi yaktıkları anlatılan bir hikâyedir, ne işin var Allah’ın dağında?”
“Eski bir İskoç cankurtaran botu satın aldım Flora MacLeod’dan. Allah’ın dağında da internet ve e-bay var. Gerçi tekneyi satmayı şarta bağladı ama kabul ettim şartını.”
“Şartı neymiş?”
“Gideceğim yere onu da götürmem.”
“Nereye gideceksin?”
İri damlalı bir yağmur başladı. Yol boyunca biçilmiş başaklar, yuvarlak öbekler halinde istif edilmiş, etrafta küçük çavlanlar tepelerden aşağı doğru akıyor. İlerde yalnız, terk edilmiş bir İskoç kalesi kaderini sonsuzluğa bağlamış, yüzyıllara direniyor. Bembeyaz bulut lekeleri gibi yeryüzüne saçılmış koyun sürüleri ve ufkun bitimine doğru parlayan acayip bir kahverengi. Bilinmezin, insanın kanını tutuşturan heyecanı.
“Önce İzlanda’ya, sonra Grönland’a Disko Körfezi’ne, sonra… Sonrası yok. Orada kalacağım. Ilulissat şehrinde. Hayallerimin son durağı orası, en azından şimdilik”
“Tanımadığın bir Macleod kadınıyla birlikte”
“Evet, Flora’yla”
“İnternet aşkı mı?” diye sordu yüzünde alaylı bir gülümsemeyle.
“Aşk acayip bir duygu, aramızdaki güçlü bağ için aşk denemez. Epey yazıştık. Çok şey anlattık birbirimize. Yakınlaştık. Bilmiyorum, belki de aşk sözlüğüne henüz girmemiş bir sözcüktür bizimkisi. Flora, birkaç ay sonra yüz yaşına basacak. Ölmeye yatacak. Yanında bugüne kadar tanıdığı en acayip, en ıssız insan olsun istemiş. Verdiği ilandan hemen anladım. Yüz yıldır aynı evde yaşıyor, bütün dünyaya yayılmış bir klanın en yalnız ferdi. Gerçek ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ yani. Bense son durağı çoktan geçtim. Hayatımı, şu yağan yağmur damlaları gibi saçıp durdum dünyaya. Hayatımın filizlendirdiği hiçbir çiçeği görecek kadar uzun kalmadım ama bir yerde. Dünyanın en köksüz insanıyla, en sağlam kökleri olan insanı bir buzulun altında yan yana, ne kadar şiirsel değil mi?”
Glasgow’un dış mahallerine girdik. “Gideceğin yere kadar götüreyim seni” dedim. Dalmıştı, yanlış anladı söylediklerimi. “Beni de mi götürmek istiyorsun dedi gideceğin yere?”. “Yok, ama senden bir şey isteyeceğim dedim, uyarına gelirse yaparsın”.
Şehir merkezine yakın indi. “Cankurtaran teknesi için bir kaptan sandalyesi yap bana” dedim, “hem estetik hem işlevsel olsun.”
Kalacağı gri renkli taş binaya baktı bir süre, “Olur yaparım” dedi. Ilulissat’a gönderirim, eline geçer nasıl olsa.
Tam altı ay sonra Ilulissat da sahil kenarında, Flora’nın mezarının üzerine yerleştirdim Galli’nin gönderdiği sandalyeyi, mezartaşı yerine. Tam hayal ettiğim gibi bir sandalyeydi. Belki de tekneye monte etmeliydim. Ama Flora’nın mezarına daha çok yakıştı. Ayrılma gününe kadar her gün ziyaret ettim kabrini. Anlattım, ona bile yaşarken söylemediğim, hayatımın kendi içinde tutsak, gün yüzüne çıkarmaya korktuğum anlarını.
Bir akşam ruhunu gördüm. Sandalyeye oturmuş, kuzeyin amansız rüzgârıyla sürüklenen buz dağlarına bakıyordu. Mavimsi gri saçlarına dalgalardan köpükler takmıştı. Gitme vaktimin geldiğini anladım. Sabah siyah boyayla turuncu gövdenin üzerine teknenin yeni adını yazdım, Niviarsiaq.
İnuitlerin ulusal çiçeğinin adı. Güzel genç kız anlamına gelen, belki de yeryüzünün en güzel çiçeğinin tohumlarını ektim, kendi adı da çiçek olan McLeod’lu Flora McLeod’un mezarına.
Sonsuzluktan az önce, bıraktım koltuk halatlarımı. Küçük bir İnuit çocuğu, elinde dün gece kırık bacağını tamir ettiğim örümcek adam oyuncağıyla, el salladı. Rüzgârın kolayına, pruvan neta olsun diyordu gülümsemesi. Disko Körfezi’den çıkarken, dişi bir kambur balina düştü önüme, yavrusuyla birlikte. Meçhul geleceğin dayanılmaz güzelliğine doğru kırdım dümeni yine. Kuzeybatı geçidine doğru yol verdim tekneye...