"Milenaryanizm" ya da "milenyalizm" karşılığı olarak binyılcılık, Türkçede yıllardır ısrarla kullanımda tutuldu ve tutulmaya devam ediliyor.
Ne var ki kullanıldığı yabancı dillerdeki etimolojik anlamı "binyıl" olsa da "millennium" tabirini duyan birinin zihninde ve kalbinde, belli bir zaman aralığını algılamanın çok ötesinde farklı bir reaksiyon kendini gösterir. Bir yandan huzur bir yandan kaygı, bir yandan güven bir yandan korku şeklinde çapraz düşünce ve duygularla beliren bu reaksiyonun sebebi "kıyamet"tir.
Yani dünyanın sonuna gelindiğine dair bir kanaati var edecek anlam "milenyum" sözcüğünde içkindir.
Dolayısıyla "milenaryanizm/milenyalizm"i Türkçeye binyılcılık diye çevirmek bence mesnetsiz.
Daha uygun çeviri, kıyametçiliktir.
"Milenyum"u eskatolojik bir tasavvur olarak Yahudi-Hristiyan geleneğine borçluyuz.
Yahudilikte "Mesih" (Messiah), Roma tarafından fethedilmiş Kudüs topraklarında "Tanrının Krallığı"nı tekrar kurarak Kral Davut'un (Davut Peygamber) soyundan geleceğine inanılan kurtarıcının adı. Roma İmparatorluğu işgali altındaki Kudüs'te bol bol Mesih çıkmıştır Yahudiler arasından…
Bunlardan biri de Nasıralı İsa idi.
Roma, Kudüs'te ve kendi kontrolü altındaki Yahudi tapınak-devleti (Yahudiye) egemenlerinin iş birliğiyle İsa'yı çarmıha gerdikten sonra, Arami-İbrani geleneğinden uzakta Anadolu'da Greko-Romen geleneğinin katalitik etkisiyle Yahudilikten bir "spin-off" şeklinde ortaya çıkan Hristiyanlık, aslında "Mesihçilik" demektir. (Christ, eşittir, Hristos, o da eşittir Mesih.)
Dolayısıyla Hristiyanlıkta İsa-Mesih'in yeryüzüne yeniden gelip kendisine inananları selamete çıkararak bin yıl hüküm süreceği şeklinde bir beklenti, inancın direğidir. Milenyum da bu doğrultuda, Stephen Jay Gould'un ifadesiyle, "zamanın kutlu sonuna ilişkin fütüristik hayaller"den doğuş bulmuştur (S. J. Gould, Binyılı Sorgulamak, s. 30).
İncil'de kıyametten bahsedilen yerlerde, Mesih'in yeryüzüne geri dönerek bin yıl hüküm süreceği, Şeytan'ın da bin yıl boyunca bağlı tutulup dipsiz kuyuya atılacağı bildirilir. Sonra Şeytan çözülüp Yecûc-Mecüc* ve bir dolu kötü insanla birlikte Mesih'e savaş açar. Savaşı Mesih kazanır, Şeytan ve takipçileri "ateş ve kükürt gölü"ne atılır. Devamında bütün ölüler dirilir ve iyiler göğe yükselip İsa ile yaşamaya layık, kötüler ise Şeytan'ın yanına ateş gölüne reva görülür (Gould, s. 30-31).
Milenyum budur: Kıyametin kutsal senaryosu...
İslam, bu senaryoya kayıtsız kalmadı/kalamadı ve pratikte kendi sürümünü Mehdi kutsal figürü üzerinden geliştirdi.
"Pratikte" diyoruz, çünkü Kuran, İncil'de olduğu gibi İsa'nın Mesih olarak geri döneceğine yer verse de İslami bir kurtarıcı figürü Kitap'ta "literal" olarak yer almaz. Hâl böyle olunca İslam'da Kıyametçilik (milenaryanizm) ancak çıkarsama (tefsir) yoluyla akideleşmiş olup, bu bakımdan da Şîa denince ilk akla gelen İmamiye (Oniki İmam Şiîliği) ile Ehl-i Sünnet arasında da hayli radikal bir farklılık kendini gösterir.
İmamiye Şîası'nda Mehdi, Hristiyanlıkta Mesih için olana benzer şekilde inancın merkezî bir ögesi olsa da Sünni İslam'da hayli geri plânda, ihmal edilebilir, hatta bazı ulema açısından sakıncalı bir itikat olarak değerlendirilir.
Hz. Ali'ye taraftar olanlar anlamındaki Şiîlik'te (Şîa-ı Âli) Peygamber'den sonra Ali'den başlayarak Oniki İmam'ın hilafetini esas alan, bugün sosyopolitik karşılığını (elbette etnik bir dinamik de işin içinde olarak) İran'da bulmuş İmamiye'de Mehdi, onikinci imamdır.
Onbirinci imam, Hasan'ül-Askerî'nin oğlu Mehdi, dünyanın da ahiretin de efendisi olarak doğar doğmaz, yakını bazı kişilere göründükten sonra gizlenip kayıplara karıştı ("gaybet"). Ama bu, "küçük gizleniş"tir ve Mehdi'nin doğumundan itibaren 73 yıllık dönemde onun adına dört kişi sırasıyla Şîa'ya sefirlik etmiştir. Ardından Mehdi tümden kayıplara karışmış olup, "yeryüzü cevir (eziyet) ve zulümle dolduğu vakit", zamanın sonuna doğru dünyayı tekrar adalete-selamete kavuşturmak için geri gelecektir.
Buradan, Oniki İmam Şiîliği ile Ehl-i Sünnet bünyesinde özellikle halk katmanlarının ve tarikat çevrelerinin hadisler üzerinden buluştuğu bir nokta olarak belirtmek gerekirse, Mehdi zuhur ettiğinde İsa-Mesih de yeryüzüne inecek ve Şeytan'a, Şeytan'ın temsilcisi Yalancı-Mesih (Anti-Christ) yahut Deccal'e karşı Mehdi'nin yanında, ona tâbi olacaktır.
Yani tam anlamıyla bir "Benim kıyametçiliğim ve Kıyametçim, seninkinden âlidir (yücedir-üstündür)" durumu!..
Bunları uzun uzun niye mi anlatıyoruz?.. Çünkü yaşadığımız çağın politik-ideolojik ruhunu değerlendirmek açısından böyle bir arka plân bilgisine ihtiyacımız var.
Geçtiğimiz hafta üst üste karşımıza çıkan hadiselere baksanıza!..
Türkiye Cumhurbaşkanı'nın askeri başdanışmanı SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlığı) kurucusu zat, uluslararası İslam birliğini sağlama yolundaki savunma stratejisinin temeline "Mehdi Hazretlerinin gelişi"ni yerleştirdi.
Bu "hayatî" gelişmeye hemen birkaç gün sonrasında "hayal"in içinden bir karşılık olarak, Netflix'te başlayan "El-Mesih" (Messiah) seyrimize düşmez mi?!.. Dizide, Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması, Francis Fukuyama'nın Tarihin Sonu adlı "kurgu-tarihsel" eserlerinden de beslenilerek Orta Doğu'nun dinler/mezhepler-arası bölünmüşlük-düşmanlık içinde kan gölüne dönmüş ortamı, ABD'deki bir doğal afet (Hortum) felaketi ile bağlantıya sokulup, "kıyamete vasıl olmuş" dünyanın imdadına bir "Mesih" yetiştiriliyor.
Bunun da hemen ardından önceki gün, Huntington'ın tezlerini, başlangıçta (1990'larda) ha bire dudak bükülmüş olsa da şimdi onun kitabını yeniden gözden geçirmeyi gerektirircesine geçerli saydıracak mahiyette, bizi belki tam da kıyametin eşiğine ilerletecek bir olay patladı: İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı ve IŞİD'e karşı örgütlenmiş Haşdi Şabi milisinin mimarı Kasım Süleymani, ABD operasyonuyla Bağdat'ta öldürüldü.
Hayattan hayale, kurgudan gerçeğe girişli-çıkışlı bu gelişmeleri üst üste/yan yana koyunca bende zihinsel şalterler attı, seyir frekansları birbirine karıştı!..
ABD, İsrail, İran, Suriye, Irak, Rusya, Türkiye, Ürdün, Filistin, Kudüs, Batı Şeria…
Doğu-Batı; Yahudilik-İslam; Hilâl-Salîb (Haç); Şiî-Sünni; Arap-İsrail, İsrail-İran, İran-Arap; Rus-Amerikan ilişki, zıtlık, rekabet, düşmanlık ve çatışmaları…
Bunların hepsi birbiriyle iç içe hem kesişim hem sarmaşma arz ederek hayatımızın içinde de hayallerimizin akislerinde de karşımızda.
Türkiye'de Mehdi'yi beklemeye endeksli "Kıyametçi" bir askeri savunma anlayışı. Netflix'te, maşrıktan mağribe, Hilal'den Salîb'e iblisleşmiş dünyayı selamete çıkarma vaadindeki "Mesih" fantezisiyle bizi bizden alan "Kıyametçi" bir kurgu…
Bunları tamamlar mahiyette de dünyanın sonunu getirecek bir "Armageddon" (Büyük-Son Savaş) tetikleme ihtimali bile olan suikast ve ona karşı İntikam İntikam" diye yükselen çığlıklar eşliğinde "Kıyametçi" bir tablo...
Demek ki kurgusal fantezisiyle de korkunç-hakiki fanatizmiyle de çağımızın hâkim ideolojik motivasyonu bu: Kıyametçilik.
Herkes adımlarını bu motivasyon doğrultusunda atmaya ve kendi bildiği, inandığı, güvendiği "Kurtarıcı"ya kapıyı en uygun şekilde açmaya artık hazırlıklı olma durumunda. Askeri stratejiden fantastik diziye kadar…
Peki, kıyamet koptuysa ne zaman koptu, neden koptu, nasıl koptu?
Şöyle garip bencileyin, bunu da netleştirmeye çalışarak tamamlayalım.
"Habur Çayı, Resulayn adlı Suriye şehrinden başlar ve Fırat Nehri'ne dökülür. Bu bölgedeki insanlar kuraklıktan çok çekti. Yağış ortalamaları ciddi ölçüde düştü. Habur Çayı tamamen kurudu. İç savaşın başlamasından dört yıl önce Suriye'yi vuran kuraklık, ayaklanmaların başlamasına kadar sürdü. Bu, öyle feci bir kuraklıktı ki milyonlarca Suriyelinin yaşamını değiştirdi. Dolayısıyla kuraklık sırasında yaşananları anlamadan iç savaşı anlayamazsınız."
"Bu sözü edilen kuraklığın modern Suriye tarihindeki en kötü kuraklık olduğunu ve ayaklanma öncesindeki dört yıl içerisinde meydana geldiğini öğrendim. Bir milyon insan yerlerinden olmuştu. Çok korkunç!"
"Bu kuraklık, bir eğilimin parçasıydı. Amerikan Okyanus ve Atmosfer İdaresi'nde sürdürülen bir çalışmaya göre geçtiğimiz 10 yılda iklim değişikliği Akdeniz bölgesinin kurumasına ve daha uzun ve şiddetli kuraklıklara neden olmuş. Suriye, bu bölgenin tam ortasında! Ayrıca ayaklanmadan iki yıl önce Amerika'ya ait gizli bir diplomatik mesaj elime geçti. Onda bazı kasvetli tahminler yürütülüyor. Suriye'de çalışan bir Birleşmiş Milletler görevlisi, kuraklığın Suriye'yi kaosa götürebileceğini işaret etmiş; kuraklığa ‘toplumsal yıkım ve siyasi istikrarsızlık potansiyeli' diyerek…"
Bu sözler, New York Times muhabirlerinden Thomas L. Friedman ve onun görüşme yaptığı, Suriye'deki savaştan kaçıp ABD'ye iltica etmiş bir Suriyeli genç kadına ait. NatGeo Channel-Türkiye tarafından, Suriye savaşının en ateşli günlerinde 2014 Ekim başında yayınlanmış, benim için çok sarsıcı etkisi olmuş üç bölümlük "İklim Değişikliği ve Biz" adlı belgeselin ilk bölümünden aktardım onları.
Tam anlamıyla insanın iliklerini donduran bir içerikle karşımıza çıkan belgeselin, o zamana kadarki küresel iklim değişimine odaklı başka pek çok belgeselden önemli bir farkı vardı. Daha öncekilerde, yerkürenin bu doğal ama insan-işi felaketi, hep uzak ya da yakın geleceğe ilişkin bir hadise gibi algılanırken bu belgesel, "Hayır, felaket gelecekte değil, hemen-şimdi söz konusu" demekteydi.
Yani, kıyamet koptu ve biz onu yaşamaya çoktan başladık demekteydi!..
Belgeselde bu iddiayı temellendirmeye yönelik ilk örnek, yukarıda aktarıldığı üzere, Suriye iç savaşının müsebbibi olarak iklim değişimine bağlı kuraklığa ilişkin oldukça güçlü verilerin önümüze konmasıydı. Bir ikincisi ise ABD Teksas'ta Plainview kasabasında yörenin geçim kaynağının temelini oluşturan kesimhanedeki üretiminin durmasına neden olacak şekilde büyükbaş hayvan sürülerini yok eden üç yıllık kuraklıktı. Sığır sayısında 2 milyondan fazla düşüşe neden olan bu kuraklık da nüfusu 22 bin civarında olan kasabada bir gün içerisinde 2300 kişinin işinden olmasına yol açarak hayatı dehşetli şekilde sekteye uğratmış.
Gerek içerik gerekse kurgu olarak en fantastik felaket/kıyamet dizileriyle yarışacak kapasitedeki belgeselin üçüncü ve son hikâyesinde ise NASA üssünden Endonezya'ya açılan bir yolculuğa çıkıldı. Ve her türden abur-cubur atıştırmalıklarda kullanılan palmiye yağı üretimi için dünyanın en büyük oksijen deposu olan Endonezya adalarındaki ormanların nasıl yok edildiğini dehşet içinde öğrendik! 86 bin hektarlık orman alanından geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamış.
Endonezya'da o kadar çok orman yakılıyor ki dumanları uzaydan bile görülmekte!
Tabii on binlerce hektar ormanlık alanları palmiye üretimine açarken hayvanlar da yok ediliyor, koca koca filler de bol bol zehirlenip patır patır devriliyor.
Söz konusu belgeselin mesajı net: Hâlâ hafife alınmaya devam edilen iklim değişikliğinin etkilerini sandığımızdan çok daha hızlı şekilde görmekteyiz. Yine belgeselde ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı tarafından belirtildiği üzere, dünyadaki çatışmaların çoğunun altında yatan baskı unsurları da esasen kuraklık, sel, besin yetersizliği, su yetersizliği gibi küresel iklim krizinin gözle görülür-elle tutulur sonuçları.
İşte size, "Mehdi'nin zuhuratı"na hazırlık yapan savunma başdanışmanlarıyla;
"El-Mesih"i kurgulayan roman ve dizi senaryo yazarlarıyla;
Ve Orta Doğu'da IŞİD katliamları, neredeyse "Armageddon" başlatacak çıldırmış ABD operasyonları, yakında da İran'dan çıkış yapması muhtemel intikam tugaylarıyla işaret edilen "Kıyamet"in altı kazıdığında çıkan has hakikat!..
Ne denilebilir ki? Kendi düşen ağlamaz ey İnsan!..
*Yecûc ve Mecüc, Kuran'da zikredilen ve Kıyamet'e yakın zamanda dünya üzerinde belirerek yeryüzünü viraneye çevirecek olan iki zararlı ve tahripkâr kavim.
Yararlanılan ve önerilen kaynaklar: