Özcan Deniz, İsrail’i kırıp geçiriyor. Aslı Enver’le başrolünü paylaştığı “İstanbullu Gelin” dizisi orada muazzam seyir fırtınası yaratmış durumda. Önceki hafta Hareetz gazetesinde Ariana Melamed imzası ve “Türkler geri döndü ve tüm İsrail’i kendilerine müptela etti” başlığıyla çıkmış yazıdan öğreniyoruz.
Şimdi bu “iptila”dan istifade etmeye yeltenen organizatörler Özcan Deniz’i 6 Nisan’da İsrail’de 20 kişilik bir orkestrayla konser vermeye de ikna etmişler. Tabii ikna, 1 milyon lira ile mümkün olmuş!.. Aslı Enver de anlaşılan o ki bu etkinlikte sadece bulunacak ve “yüz görümlüğü” olarak 200 bin lira alacak.
Hareetz’de çıkan yazıda, İsrailli kadınların Özcan Deniz için deli olduğuna vurgu yapılmakta ve dizinin ülkede bir “kült”e dönüştüğü kaydedilmekte.
“Faruk Boran” da (Deniz’in dizide canlandırdığı karakter) İsrail’in yeni “seks sembolü” olmuş. Her yerde “Faruk Boran” kupaları satılıyor, süveterleri giyiliyor ve kekleri yeniyor!..
Sosyal medyada diziden bir fotoğrafın; “Faruk”u, “Süreyya”ya (Aslı Enver) aldığı çiçek buketiyle resmeden karenin altına da bir hayran tarafından şu mesaj düşülmüş: “Tatlım, sen beni bir demet maydanozla bile götürürsün!..”
Elbette “Faruk”la bir selfie çekme uğruna Beykoz’daki dizi setine İsrail’den akın akın gelenler de var.
Bunları okuyunca “Yahu ben bu filmi daha önce görmüştüm” deyip açtım “Meşhuriyet Çağı Türkiyesi” tarihine ilişkin kişisel arşivimi ve 2002-2003 yıllarında bu memlekette aynı şekilde kapı-baca yıkmış “Asmalı Konak”la ilgili kayıtlarıma baktım. Ve de dünden bugüne bazı şeylerin nasıl da değişmediğini fark ettim.
Unutulmaz, çok ses getirmiş, üzerinde konuşulmuş bir diziydi “Asmalı Konak” ve hatırlanacaktır, orada da şimdi karşımızdaki “Faruk-Süreyya” aşk hikâyesine hayli benzer bir “Seymen-Bahar” aşkı vardı.
Özcan Deniz, o zaman da “Seymen Ağa” olarak tıpkı şimdi olduğu gibi müthiş bir “iptila” (tutku/bağımlılık) yaratmıştı.
Dizinin çekildiği Nevşehir-Kapadokya’ya tur akınları başlamış, bölge turizminde canlılık yaşanmış, öğrenci kafileleri bile adeta Anıt Kabir ziyareti yaparcasına “Asmalı Konak” ziyaretleri yapar olmuştu.
Dizinin çekildiği konağı gezenler arasında “Seymen Ağa”nın tuttuğu kapı kulpunu yalayan fanatik hayranlar bile vardı!..
O zaman sosyal medya hayatımıza hâkim değildi, bu yüzden mesajlar televizyon programlarına gönderiliyordu ve bir programa gelen mesajda, “Kızma Özcan, ama biz ‘Seymen’i senden daha çok seviyoruz” denmekteydi.
Bugün “Asmalı Konak”ın çekildiği Ürgüp’te dizi adına dikilmiş bir anıt dahi var; dediğimiz gibi, bir tür “ziyaretgâh” artık orası.
“Asmalı Konak”tan “İstanbullu Gelin”e kadar geçen 15-16 yılda kurguyla yaşamak, daha açık deyişle, hayatın içinden bir kurgu çıkarmanın ötesinde kurguyu hayata geçirmek, yani “Seymen”i, “Faruk”u Özcan’dan daha çok sevmek, bir kitle kültürü normu olarak geçerliliğini korumaya devam ediyor.
“Hayal endüstrisi”nin, “hayat endişesi” ile karşı karşıya olan insanlar üzerindeki kültürel egemenliğinin göstergesi bu… Rahmetli Ünsal Oskay hocamızın, “Asmalı Konak”ın ortalığı kasıp kavurduğu dönemde belirttiği üzere (Milliyet Popüler Kültür, 24 Ekim 2003); “hayali iyimserlikler” sunarak gerçek hayatın acımasızlığını gidermeye çalışan kurguya izleyici (inanmasa bile) “Ah keşkem!” diyor; bu “Ah keşkem” de (sağaltmasa bile) içerisinde heba olunup gidilen sisteme tahammülü artırabildiği ölçüde bağımlılık yaratıyordu.
İşte bu bağımlılık, yani “iptila” idi seyirciyi Özcan’ın kurgusundan (“Seymen”) hareketle onun gerçeğine tutku ve arzuyla çeken…
Kuvvetle muhtemeldir ki İsrail’deki konserde de ortalık Özcan nidalarından ziyade “Faruk Faruk Faruk” diye çınlayacaktır!..
Neyse, burada konumuz kitle kültürünün insan ve onun gerçekliği üzerindeki belirleyici-biçimleyici etkisi değil. Ne de dizilerin böylesine ilgi ve rağbet gören içeriklerinin çözümlemesine yeltenmek…
Burada derdim başka: Özcan’ın “şarap gibi” yıllandıkça değerlenen, çekicileşen, tazelenen “temsil”lerinin yanında, onunla başrolde yer almış bazı güçlü kadın oyuncularımızın tam tersi istikamette zaman içinde giderek sönümlenmeleri üzerinde durmak istiyorum.
Ama ondan da önce şunları kaydetmek isterim: Özcan Deniz, kendini yoktan var etmiş biri... Ağrı kökenli bir Kürt olarak Ankara’nın artık tarihileşmiş köklü (ve hayli de sol-politik) bir gecekondu mahallesi olan Yenidoğan’da doğdu. 5 yaşında Aydın’ın varoşlarına göç etti. “Yoksulluğun kör memeleri”nde büyüdü.
Karo fabrikalarında işçilikten çocuk yaşta pavyon türkücülüğüne, dönerci çıraklığından “Alamanya”larda ikbal ararken sürünmelere kadar tırnaklarıyla kazıya kazıya bir yerlere geldi (Can Dündar, “Özcan Deniz eski defterleri açtı: Yok böyle bi hayat”, Milliyet Popüler Kültür, 16 Ekim 2003).
Önce sesinin güzelliğiyle sivrilse de bedeninin güzelliğiyle seçkinleşti asıl... Bugün nasıl İsrail’de bir “seks sembolü” olduğu öne sürülüyorsa, oyunculuk kariyerinin başlangıç noktasında da öyleydi. TGRT kanalından aldığı teklifle 1999’da hem yazıp hem oynayarak hayata geçirdiği “Aşkın Dağlarda Gezer” dizisinde bir sahnede çırılçıplak seyre düştüğünde de bu mutaassıp kanal, tarihinde görmediği reytingi yakaladı.
Aynı çıplak görüntüsüyle bir dergiye de kapak oldu o...
(Milliyet-Popüler Kültür, 16 Ekim 2003)
Seksapel, dünden bugüne Özcan’ın filmografik kariyerinin alametifarikası yani…
Sonra “Asmalı Konak” geldi ve asıl “patlama” da o dizi ile gerçekleşti. Türkiye, “metroseksüel” erkekle Özcan Deniz, pardon, “Seymen Ağa” aracılığı ile tanıştı!..
1994’te İngiliz gey yazar Mark Simpson tarafından hayli politik-eleştirel vurgularla ortaya atılsa da 2000’lerin başında Batı’da popüler, magazinel ve ticari ilgiye açılan metroseksüellik, “bakımlı” büyük şehir (metropol) erkeklerini tanımlar. Onların maskülin yanlarını, hatta “maço” eğilim ve motivasyonlarını bastırmadan feminen duyarlılıklara da sahip, açık ve yatkın olabildiklerini anlatır.
Elbette bu, tüketim kapitalizmi ve kültür endüstrisi bünyesinde bir pazarlama projesidir.
2000’ler başı itibarıyla metroseksüelliğin Batı’daki en tipik karşılığı David Beckham’dı. Bizde gündeme geldiğinde onu karakterize eden ise, tabii “Asmalı Konak”ta canla başla ürettiği “Seymen Ağa” imgesi doğrultusunda Özcan Deniz oldu.
“Seymen”, bir “ağa” idi ama rizotto yiyen, caz dinleyen bir ağaydı!
Hem Batılı eğitim almış ve Batılılaşmış, hem de Anadolu’nun bağrından geleneğine bağlı bir erkekti.
Anadolu göreneğini Batılı görgü ile buluşturmuş bir erkek…
Nazik, zarif, bakımlı; ama işte gerektiğinde “Kodu mu oturtan” bir erkek.
Maço mizacını, kadın ruhuna icabetle terbiyelemiş bir erkek…
Başka hiçbir oyuncuda bu metroseksüel “temsil”, Özcan Deniz’de olduğu kadar etkili olmadı, etkileyici durmadı, aynı karşılığı bulmadı.
Bulmadı ki 15 yılı aşkın süredir, 20’li yaşların sonunda 30’ların başında bir ideal-seksi erkek olarak başladığı oyunculuk macerasında Özcan Deniz şimdi 50’sine merdiven dayadığında da hâlâ aynı doğrultuda çekim merkezi olmaya devam ediyor.
Üstelik “Asmalı Konak”ta bu çekim gücü esasen bu ülkeyle sınırlanırken şimdi “İstanbullu Gelin”de o artık dünyaları üzerine çekiyor.
Baksanıza İsrailli kızlar, “bir demet maydanoz”a tav onun tarafından “götürülmek” için!..
Buna karşılık en gözde dizilerinde Özcan Deniz’e tamamlayıcı olmuş, kaliteleri de ortada olan kadın oyuncuların dünden bugüne o piyasada aynı “şans”a sahip olabildiklerini söylemek pek mümkün değil.
Mesela Nurgül Yeşilçay…
Yukarıda detaylandırdığımız, Türkiye dizi-film tarihinin özellikle ticari açıdan en başarılı ürünlerinden biri sayılabilecek “Asmalı Konak”ta Özcan Deniz kadar sevilmiş ve özenilmiş Bahar karakterini canlandıran Yeşilçay’ın oyunculuk kariyerinin önü “İkinci Bahar”la açılmıştı. Ama asıl “Asmalı Konak”la oldukça erken bir zamanda zirve yaptı.
Ancak Yeşilçay, o zamandan bugüne pek çok yapımda rol alsa, hatta şu anda bile hâlâ ekranda karşımızda olsa da bir daha o zirveyi göremedi.
Onun, ortalamanın üzerine çıkan, iz bırakan başka bir yapıma oyunculuğuyla imza atabildiğini söylemek güç.
Burada hemen şu parantezi açalım: Özcan Deniz’in de yaptığı çok sayıda dizi var ve bunların hepsi hit olmadı; ama onu Asmalı Konak’la açılan yolda yükselten, biri şimdi ekranlarda olan “İstanbullu Gelin” olmak üzere iki diğer diziyi daha işaret etmek mümkün… Bunlardan biri “Asmalı Konak” sonrası yaptığı ve bu unutulmaz dizi ile çağrışımlar, etkileşimler, titreşimler taşıyan “Haziran Gecesi”dir ki o da Özcan Deniz’e eşlik eden Naz Elmas’ı parlatmıştır.
Ama sonrasında Naz Elmas da ne yaptıysa olmadı, aynı “moment”i bir daha yakalayamadı ve giderek de sönümlendi.
Özcan Deniz’in ise “Asmalı Konak”tan sonra “Haziran Gecesi”yle (2004-2006) ikinci kez yükseliş “moment”ini, daha yakınlarda “Kaderimin Yazıldığı Gün”le (2014-2015) tekrar yakalamış olduğu söylenebilir. Bu dizide de onun karşısında Hatice Şendil vardı kadın başrol oyuncu olarak… Şendil, elbette oyunculukta yeni olmayıp hayli tecrübeliydi ama onun da en iz bırakan performanslarından birinin bu yapım olduğu söylenebilir. Diziden sonra o da çekildi piyasadan ve yaptığı evlilikle daha mütevazı/münzevi bir hayata yol tuttu.
Şimdi “İstanbullu Gelin”le hâlâ seyrin zirvesinde olup İsrail’de hayranlarının fantezilerini süsleyen Özcan Deniz’in karşısında bu defa Aslı Enver var. Ve öncekilere bakınca onun akıbeti konusunda endişeye kapılmadan edemiyor insan.
Çünkü ekran söz konusu olduğunda Özcan kalıcı, kadınlar gidici oluyor hep…
Neden böyle derseniz, buna hazırlop bir cevabım yok. Ayrıca, “Bu böyle değil, yanılıyorsun, yanlış tespitler” diyen de olabilir. Bilemiyorum, ama tartışılsın istiyorum.
Sadece daha önce de üzerinde durduğum bir “sorun”la bağlantı içerisinde düşündüklerimi belki tartışmaya kışkırtıcı ipuçları olarak önerebilir, paylaşabilirim.
Görsel kütle kültürü dünyasında ve o dünyanın merkezi unsuru olan medya-eğlence-şov endüstrisi (“MESH”) bünyesinde kadınsanız eğer, yıllar çok daha çabuk, hızlı ve acımasızca aleyhinize işliyor.
20’li yaşların sonuna gelen bir kadın oyuncu, “endüstriyel” anlamda neredeyse “yaş yetmiş iş bitmiş” muamelesi görmeye başlıyor ve ancak öncesinde sağlam, iz bırakmış bir performansla geldiyse (bir anlamda sermayeden yemek denilebilecek şekilde) hâlâ aranan bir isim olabiliyor. Tabii bu arada, kadından “estetik beklenti”nin yüksekliğine de bağlı olarak gelsin botokslar, gitsin dolgular…
Sonuçta “diri” mi diri bir hareketsizlik, “dolgun” mu dolgun bir durgunluk ve pürüzsüz-kırışıksız bir ölgünlük içindeki yüzleriyle kadın oyuncular yelpazesi beliriyor karşımızda.
Ama yine olmuyor. Çünkü kadın söz konusu olduğunda “ataerkil” kültürel-endüstriyel seçicilik, genç ve taze güzelliğe prim veriyor, “botoks”luyu eliyor.
Ve aslında çok derin olmayan ama yakın plan çekimlerde dev gibi görünen kırışıklıklar yüzünden 35 yaşındaki kadın oyunculara neredeyse 45-50 yaş rolleri verilirken, 30 yaşındaki anneleri de 22 yaşındaki kızların oynamaya başladığını sektörün içinde yıllardır bulunanlar söylüyor.
Ataerkil kültürel-endüstriyel seçicilik, erkek söz konusu olduğunda ise elbette yine göze hoş görünürlüğe bakıyor ama “kartlaşma”yı da olgunluk-oturmuşluk, tecrübe-birikim diye kodluyor ve olumlu doğrultuda işe vuruyor.
Sonuçta erkek oyuncuda kariyer de popülarite de revaçta olma durumu da daha uzun erimli olabiliyor.
İşte buna en tipik ve güzel” örnektir Özcan Deniz.
O, 15 küsur yıldır dizi piyasasında ama maşallah hâlâ maşallah “Onbeşlik” gibi çıldırmışçasına ilgilerin odak noktası oluyor.
Tabii onun da erkek olmakla birlikte hatırı sayılır estetik “takviye” aldığını not etmeden de geçmeyelim!
Fakat ne olursa olsun, öyle ya da böyle, Özcan Deniz, unutulmaz, iz bırakmış yapımlara birlikte imza attığı kadınları (hadi “eskitme” demeyelim!) eksiltse de kendisi eksilmeksizin ve eskimeksizin yoluna devam ediyor.
Aman, Aslı’nın nazarlardan uzak olmasını diliyoruz!..