Önceki güne kadar bu yazının başlığı “Fenerbahçe Nasıl Muz Cumhuriyeti Oldu?” şeklindeydi. Dün TFF İcra Kurulu üyesi, eski Galatasaraylı futbolcu Cüneyt Tanman’ın aynı mevzu üzerinden sarf ettiği sözler “Biz muz cumhuriyeti değiliz” başlığıyla gazetelere taşınınca vazgeçtim. Gerçi Tanman başka bir bağlamda sarf ediyor o sözleri. Fenerbahçe Teknik Direktörü Aykut Kocaman’ın Federasyon’da güvendiği dostu olarak kendisinden söz ettiği ifadesine binaen verdiği, “bu davada maç izleyerek karar vermek olmaz; ortada deliller, bulgular var, uluslararası sorumluluklarımız var” cevabı içinde “Türkiye Cumhuriyeti”ni kastederek söylüyor bunu: “Biz muz cumhuriyeti değiliz”… Fakat “Fenerbahçe Cumhuriyeti” için son gelişmeler ışığında aynısı rahatlıkla söylenebilir mi bilemiyorum!.. “Muz cumhuriyeti”nin başta gelen karakteristiklerinden biri, yolsuzluklarla iç içe bir seçkinler grubu tarafından yönetilen ülke olması… Fener “ülkesi”ni yönetenlerin yapıp-ettikleri, ortada kesinleşmiş hükümler henüz olmasa da en birinci ağızdan çıkan sözler doğrultusunda akla “muz cumhuriyeti” nitelemesini ne yazık ki getiriyor. Başkan Yıldırım diyor ki mesela, “ihale benim üzerime kaldı; beni gözden çıkarmışlar; beni harcamak istiyorlar, ama konuşursam herkes yanar”. Bu sözlerin arasında ne ferahlıkla söylenmiş bir “ben yapmadım”, ne de o yönde bir ima bulabiliyorum ben… Tam tersi, “ne yaptıysak hep beraberdik” iması içkin sözlerde… Fenerbahçeli medya mensupları da doğrudan “yok böyle bir şey” diyemez halde. Ya “fatura size kesildi, ama balyoz da sizin elinizde, konuşun!” demeye getiriyorlar Başkan’larına; ya da Fener’in öne çıkartılıp diğer kulüplerin uzak geçmişte ve geçen yıl Fener’le eş zamanlı bulaştıkları şike örnekleri üzerinden emsal göstermeye çalışıyorlar. Doğrudur, bu süreçte “ilk taşı atacak” önde gelen kulüp yoktur. Ben mesela bir Beşiktaşlı olarak takımım adına hicap duyduğum 2003-2004 sezonunda devreye sekiz puan önde girilip de sonra şampiyonluğun Fener’e altın tepside nasıl sunulduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim. O sene neler döndüğüne dair (mafyatik bağlantılar, vd.) şayiaların haddi hesabı olmadığını da tüm kamuoyu biliyor. Duyduklarımı zikretmeyi midem kaldırmıyor. Ya da daha öncelere gidip Beşiktaş’ı “şerefli ikincilik”lere kilitleyen Ergun Gürsoy dönemi Galatasaray’ının “teşvikkâr” performansını hatırlamadan edemiyorum. Evet, bu bakımdan kimse masum değil, ama bu kulüplerin hiçbiri “cumhuriyet” ilan etmiş değil bu ülkede. Şu anda diğer kulüplerden ve diğer liglerden isimler de gözaltında olmakla birlikte aslolan “Fenerbahçe Cumhuriyeti”! Çünkü onun “şikesi” bile inanılmaz reyting getiriyor!.. Zaten kanımca esasen ne geldiyse ve geliyorsa Fener’in başına, bu “cumhuriyet” ilanındandır. Bunu biraz açalım! Fenerbahçe taraftarları dün Aziz Yıldırım’a moral vermek için hastane kapısında toplanmış ve “En büyük başkan bizim başkan” sloganları atmışlar. Bu vefa örneği sözler, bana bir başka Fenerbahçe başkanını hatırlattı yıllar öncesinden… Benim için gerçekten “Büyük” olan bir Fenerbahçe başkanını… 1980’lerin ortasında Beşiktaş’ta Süleyman Seba “efsaneleşme” sürecinin henüz başlarındayken bir başka “efsane” adayına, “Metin-Ali-Feyyaz”ın Ali’sine (Gültiken) Fenerbahçe kafayı takmış ve onu transfer etmek istemişti. Cazip transfer teklifi karşısında Ali’nin kafası karışık mı karışıktı. Ama futbol, henüz bugün olduğu kadar endüstrileşmemişti ve serde “takım ruhu” diye bir şey de vardı. Bir büyük başkan Süleyman Seba önce Ali’ye “Sen, Beşiktaş’ın çocuğusun, otur bakayım oturduğun yerde” diyor, sonra da bir diğer “Büyük Başkan”, Fenerbahçe’nin o dönem başkanı ve eski efsane futbolcusu Fikret Arıcan’la, nam-ı diğer “Büyük Fikret”le görüşmeye gidiyor. Ve müteakip yıllarda Beşiktaş’ı hayli sıkıntıya sokacak bu transferden vazgeçilmesi için ricada bulunuyor. “Büyük Fikret”, dostu Seba’yı kırmıyor, anlayış gösteriyor ve Ali’nin transferinden vazgeçilmesini sağlıyor. “Fenerbahçe” deyince, “Başkan” deyince ve “Büyük” deyince benim aklıma “Büyük Fikret” gelir!.. 1980’lerin dönümünde Türkiye futbolunun on yıllara dayanan dostluk, arkadaşlık, ahbaplık birikiminden yüzeye çıkan görüntü bu iken derinlerde akan sular, başka bir dinamiği, daha doğrusu felaketi haber vermekteydi. Aynı yıllar futbolun yavaş yavaş “zanaatkârane” bir meslek olmaktan çıkıp endüstriyelleşme yolunda hızlı adımların atılmaya başlandığı döneme işaret eder. Beraberliği “yenilgi”ye neredeyse eşdeğer sayıp, kazanmak ama ne pahasına olursa olsun kazanmak anlamına gelen üç puan uygulamasına geçilen yıllardır o yıllar… Artık “takımlar yenişemedi, dostluk kazandı” ifadesi bir “terane”den ibaret hale gelir. Rekabetçi etik, dostluğa yer bırakmamacasına futbol pratiğine yerleşir memleketin… Sonra 1990’larla birlikte, özel televizyonlar çığırının refakatinde futbol tam tekmil endüstriyelleşir. Camia “kitle”ye, taraftar “müşteri”ye, takımlar “marka”ya, kulüpler “şirket”e dönüşür. Fenerbahçe bu süreçten hem en büyük kâra hem de en büyük zarara götüren “değer” olarak çıktı. Bugünün FB-endeksli ve mahreçli şike meselesine yakın tarihe ilişkin bu arka plan üzerinden de bakılmalı!.. Aynı dönem bilebildiğim kadarıyla “Fenerbahçe Cumhuriyeti”nin ilan edilişine de denk gelir. “Cumhuriyet” iyi hoş… Ama 20 milyonluk bir kitlede “afyon” etkisi yapan bu nitelemeyle geri kalan 50 milyonun da afyonunu patlatıyor, onları açıktan ve cepheden karşınıza alıyor, nefret potansiyellerini artırıyorsunuz. Evvelsi yıl, şampiyonluğun Bursa’ya kaybedildiği gece öfke içinde saldırganlaşmış genç taraftar nasıl haykırıyordu ekrandaki milyonlarca insana, hatırlayın: “Hepiniz bir oldunuz, bizle uğraştınız!” “Peki, neden öyle?” diye sorarsanız, cevabı önceki satırlarda… Şimdi Fener’in son şike meselesi nedeniyle küme düşüp düşmeyeceği tartışılıyor. Hâlbuki o, bir bakıma yıllar önce küme düştü! Tüm kulüp ve takımların yekdiğerinin tamamlayıcısı olduğu unutulup, “ezeli dostluk” reddedilip, ezici, yekdiğerini kahredici lisanla “Fenerbahçe Cumhuriyeti” ilan edildiğinde küme düştü Fener… Bu “manevî” küme düşüşün yanında şimdi ihtimal dâhilindeki maddî küme düşüş, “Fenerbahçe Cumhuriyeti”ni hayata geçirmenin tek yolunun futbol şampiyonluğundan geçiyor sayılmasından… Aziz Yıldırım tesis yaptı, yetmedi iştahı kabarmış kitleye… Tüm amatör dallarda göz kamaştırıcı başarılar, şampiyonluklar getirdi yine doyuramadı onu… Varsa yoksa süper lig şampiyonluğu… Bu “basınç”, hiç kontrol ve itidal bırakmamış, öyle anlaşılıyor. “Fener bir ‘cumhuriyet’, ona bir şey olmaz” hoyrat özgüveniyle her tür “yanlışlık” gözler-kulaklar önünde cereyan etmiş. Fener’i “muz cumhuriyeti”ne çevirme pahasına!.. Benzeri bir hastalıklı özgüven, özellikle Fener medyasında maç yayın hakkına sahip kuruluş üzerinden umumi efkâra ve ticari erbaba gözdağı verme sürecinde (çaktırmadan) sergileniyor. Fenerbahçe küme düşerse “dijital kapitalizm” felç olacak yani memlekette… O zaman Fener’e özel bir lig tahsis edilsin, olsun bitsin!.. Kaleci Volkan’ın Çeşme tatilinde barda karısına baktı diye bir adamın kafasında şişe kırmasına da bu vesileyle değinmeden geçmemeli. Bunun üzerinde neredeyse hiç durulmadı çünkü… Aynı Volkan, şampiyonluğu getiren Sivasspor maçı sonrasında ekranda “Eh, artık yarın tatil ilan edilir” demişti. “Cumhuriyet” bayramı idi çünkü!.. Volkan’ın o şişeyi adamın kafasında patlatma rahatlığıyla Sivasspor maçı sonrasındaki yorumu arasında korkunç bir ilinti var bence… Zenginlikle alabildiğine beslenen bir çoğunluk tahakkümü bu… Fenerli aydın, demokrat, sosyalist dostlar bağışlasınlar yapacağım genellemeyi, ama “Fener” deyince benim aklıma artık en önce zenginlik-para geliyor. Sonra güç-iktidar geliyor. Nihayet kibir ve hodkâmlık geliyor. Entelektüel kalibresi en yüksek Fenerli denilebilecek, futbolun Çetin Altan’ı sayılabilecek büyük spor yazarı, rahmetli İslâm Çupi’ye atfedilen şu söz bile bu yönde düşünmeyi teşvik etmiyor mu?: “Şampiyon olmak mümkün, fakat Fenerbahçe olmak imkânsız!” Çupi’ye nûr içinde yatsın diyerek onun bu "kast"ik sözüne naçizane bir şerh düşelim mi Fenerbahçe’ye çözüm reçetesi niyetine?! (“Sen kendi işine bak, takımına yaz o reçeteyi” diyenler olacak tabii; onlara da Eyvallah!) Şampiyon da olabilirsiniz, Fenerbahçe de… Esas iş, “adam gibi Fenerbahçe ve Fenerbahçeli olmak”ta!.. Tıpkı “Büyük Fikret” ve onun Fenerbahçe’si gibi…