Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, İspanya’dan ithal edilerek Türkiye’ye giren sahte sağlık sertifikalı 3 bin civarında hayvanla ilgili açıklamada bulundu önceki günlerde; bilmiyorum, izlediniz ya da okudunuz mu?..
Bir hayvancılık şirketi tarafından İspanya’daki bir başka şirket aracılığıyla getirilip 5 Temmuz’da İskenderun limanından Türkiye’ye girişi yapılmış besilik danaların İspanya’ya salgın hastalık nedeniyle yasaklı olduğu bir bölgeden geldiği ve veteriner sağlık sertifikalarının da sahte olduğu anlaşılmış.
Skandal niteliğindeki gelişmeyi CHP Manisa Milletvekili Vehbi Bakırlıoğlu TBMM gündemine de taşıdı.
Hayvanlar Lübnan’a gitmekteyken Türkiye’ye sokulmuş.
Tabii sebep ortada: Kurban Bayramı yaklaşıyor ve necip milletimiz kurban kesecek!..
Ama yine malûm olduğu üzere bu necip milletin topraklarında hayvancılık hanidir mafiş.
İnsanlığın en kadim yaşam biçimlerinden olan konar-göçerliğin beşiği ve kekik diyarı Anadolu’da et üretimi sıfır. Ne yaylacılık (yerleşik hayvancılık), ne de “yörüklük” (göçebe hayvancılık) artık bu toprakların bir yaşam zenginliği…
O yüzden belli ki Kurban Bayramı yaklaşırken bir telaştır almış başını gitmiş ve 81 milyona dinin emrini yerine getirmek üzere kurbanlık lazım ya, çaresiz kefereden kurban medeti umar hale gelmişiz.
Tabii bu arada da işte binlerce hasta ve biçare hayvanı ne yapacaklarını bilemeyen namussuzlar bizim bu telaşı fırsata çevirivermişler!..
***
Ama asıl üzerinde durmak istediğim konu başka.
Benim dert ettiğim, ne sadece bizim bu topraklarla sınırlı bir mesele ne de bir din-diyanet ve İslamiyet meselesi.
Mesele, insaniyet ve “insaniyat” (antropoloji) meselesi.
İnsan ve hayvan ilişkisi üzerinden düşünülmesi, daha doğrusu “insan” denen hayvanın doğa ile sorunlu ilişkisi doğrultusunda tartışmaya açılması gereken bir mesele bence karşımızdaki…
Bunun için Bakan Pakdemirli’nin konuya ilişkin kamuoyunu aydınlatmaya yönelik söylediklerine biraz daha yakından bakmamız gerekiyor. Şöyle diyor o:
“Hayvanlara el koyduk. Hayvanlar karantina altında, her türlü kan alındı. Hiçbir sıkıntı yok, karantina süresi devam ediyor. Karantinada Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü 21 gün süre veriyor. Bu 21 gün süre içerisinde siz karantina tedbirlerini alıyorsunuz ve sağlıklıysa hayvanları Türkiye'ye ithal edip millileştiriyorsunuz, sağlıklı değilse de itlaf ediyorsunuz. Normal şartlarda İspanya'dan alınarak Lübnan için yola çıkmış ama evrakta bir sahtekarlık yapılarak Türkiye'ye sokulmak istenmiş.”
Bakan Pakdemirli ayrıca bunun günlük siyasete alet edilemeyecek “teknik” bir konu olduğunun da altını çizmiş.
***
Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü ne derse desin ve dünyada ne kadar benzeri örneği olursa olsun (ki yakınlarda Çin’de de 38 bin domuz, Domuz Vebası riski karşısında itlaf edildi) ben yine de bu tür açıklamalardaki “soğukkanlılık” karşısında dehşete kapılmaktan alıkoyamıyorum kendimi.
Pakdemirli’nin ifadesinde sağlık, teknik, “millilik” ve ithal sözcükleri ne kadar da rahat, kolay ve sakin şekilde “itlaf” sözcüğüyle buluşmuş, baksanıza!..
Tarım Bakanı, elbette Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü’nü referans göstererek, ayrım çizgisini; sağlıklıysalar ithal ve “millileştirme”, sağlıksızsalar “itlaf” yani “katletme” olarak çekiyor.
Dile kolay, 3 bine yakın büyükbaş hayvandan söz ediyoruz. Dünyaya gelmiş, nefes alıp veren, “can” taşıyan ve adına “insan” denen hayvanla aynı kas, dolaşım, sindirim, sinir sistemine sahip varlıklardan…
Ve işte elbette sadece bir bakanın değil, benzer durumlarda hemen hepimizin ağzından gayet rahat çıkabilen sözlerle, insan ihtiyaçlarına ters düşen noktada “itlaf” adı altında onların kıyım, kırım, katliamını, bırakın huzursuz olmayı içimizde en ufak bir yadırgama hissi olmaksızın olağanlaştırıyoruz.
Aslında sokakta sayıları biraz arttığında can sıkan, rahatsız eden, aç kalınca saldıran köpekler söz konusu olduğunda da “çözüm” diye hep karşımıza çıkmaz mı aynı sözcük: İtlaf!
Daha dün gibi değil mi benzeri bir salgın (kuş gribi) endişesiyle canına kıydığımız milyonlarca kanatlı hayvan için de kullandığımız aynı sözcük: İtlaf!
Ve işte şimdi Lübnan’a gidecekken “ibadet hazzı”mızı tatmin için bu topraklara sokup yine sağlık endişesiyle canlarına kıymamızın kuvvetle muhtemel olduğu 3 bine yakın hayvana ithafla kullandığımız da o sözcük: İtlaf!..
***
İtlaf, “Türcü” insanlık halimizi ruhumuz duymaksızın teşhir eden bir sözcük. “Eşref-i Mahlukat” denilen varlığın, yıkıcılığını “pamuk-şeker” kabilinden takdim eden bir ifade…
O yüzden Bakan Pakdemirli çok rahat ve içinde pek öyle sıkıntı, sızı, acı olduğunu düşündürmeksizin/hissettirmeksizin, adeta şöyle “geçerken” telaffuz ediveriyor sözcüğü:
Sağlıklıysa ithal, sağlıksızsa itlaf, işte mesele bu kadar basit!..
Gel gelelim işin içinde bir de “millileştirme” var ve orada benim şu iflah olmaz “antropolojik” zihnim, ırkçı rejimlerin insanları hasta, kusurlu, “özürlü” diye aynı rahatlıkla “milli” bünyeden arındırdığı “öjenizm”e çağrışımlardan kendini alıkoyamıyor.
“Öjeni” bilindiği üzere Hitler rejiminin “Nasyonal Sosyalizm”inin karakteristiklerinden biriydi. Hastalıklardan arındırılmış, her bakımdan sağlıklı ve kusursuz “nasyonal” (milli) bir toplum yaratma yolunda işlerliğe sokulmuş korkunç bir ırkçı pratikti.
Ama Naziler açısından bu “itlaf” da son derece doğal, olağan ve olması gerekendi.
Mevzubahis olan “Alman ırkı”nın sağlığıydı.
Tıpkı şu anda karşımızdaki ithal hayvan itlafı seçeneğinde nasıl “insan türü”nün sağlığı mevzubahisse aynı öyle…
***
Irkçılık, türcülüğün, ondan daha yaramaz bir küçük kardeşidir.
İnsan denen canlının azami ihtiyaç ve arzuları doğrultusunda tüm doğal-biyolojik varlık alanının, özellikle de diğer hayvanların her türlü kullanım, istismar, tüketim ve yok oluşa açık oldukları anlayışı-inancı-kabulü, türcülüğü tanımlar.
Türcülük, “homosantrik” yani insan-merkezci zihniyet yapılanmamızın sonucu. Ve o kadar kanıksanmış, olağan, kendiliğinden bir kültürel-ideolojik motivasyon ki hepimizde, o yüzden tamamen insan marifeti olarak ortaya çıkmış sağlık sorunları sebebiyle 3 bine yakın canın itlafı bir resmi demecin arasına sıkıştırılmış şekilde karşımıza çıktığında hiç yadırgamıyoruz.
***
Sözün özü, türcülükle ırkçılık arasında derece farkı vardır.
Homosantrizmle “etnosantrizm” arasında derece farkı vardır.
Hayvan ıslah çalışmalarıyla “öjenizm” arasında da derece farkı vardır.
Kâinat ve yeryüzü, insan için var olmadı ya da yaratılmadı. İnsan, kâinatın ve arzın bir parçası olarak var oldu ya da yaratıldı.
Homosantrizmin dini bir kisveye, alabildiğine de yanlış büründürülmüş tabiriyle “eşref-i mahlukât” (yaratılmışların en şereflisi) diye kendini yere göğe koyamayan insan, sonuçta “eşerr-i mahlukât” (yaratılmışların en kötüsü) olmuş durumda.
Saatte 3, günde 150, yılda 50 bine yakın canlı türü, insan marifetiyle; salgın hastalıklara boğularak, yaşam alanları ellerinden alınarak ve şu ya da bu nedenle katledilerek yok oluyor.
İnsanın homosantrizmden vazgeçmesi, “ekosantrik” (çevre-merkezci) bir anlayış ve zihniyet yapılanmasına yönelmesi gerekiyor.
***
O yüzden ne yaparsanız, nasıl yaparsanız yapın, kendi bileceğiniz iş; bizim gücümüz; sesimiz, soluğumuz, kalemimiz-kitabımız size yetmiyor, önünüzü kesmiyor, kesemiyor.
Ama hiç olmazsa karşımıza geçip, insanın “yeryüzünün kanser hücresi” olduğu fikrimizi-hissimizi alabildiğine güçlendiren bu kadar “rahat”, kayıtsız, gamsız cümleler de kurmayın gözümüzün önünde.
“Sağlıklıysalar ithal, sağlıksızsalar itlaf” diye…
Tabii hemen et yiyip yemediğimizi, kurbana karşı olup olmadığımızı sormaya da kalkmayın.
Bir yaşam döngüsü, bir “ekosistem” içinde kendi ihtiyaçlarıyla sınırlı bir canlı olduğunu bilerek, doğa karşısında da “hayvani-tevazu” ile var olma bilincine sahip bir “etçil-otçul” varlık olmanın ötesinde bir mesele bu.
Ve madem bu 3 bin hayvanın ithal girişiminin en önemli itici gücü Kurban Bayramı, o halde nedir o kurban ibadetinin en önemli kuralı, hatırlatalım: Kurban edilecek hayvanın sağlıklı olması gerekir; sağlıksız hayvan kurban edilemez.
Ama öyle kolayından telef de edilmez.
Fakat naçar, bugünün dünyası ve Türkiye’sinde gelinmiş nokta bu:
Sağlıklıysa kurban, sağlıksızsa katliam…