“Anayasamız Kur’an, Rehberimiz Peygamber, En Büyük Arzumuz Allah Yolunda Ölüm!” Müslüman Kardeşler’in yukarıdaki sloganı, örgütün politik-ideolojik çizgisini çarpıcı biçimde özetler. Kur’an artık kutsal bir din kitabı olmaktan öte toplumsal düzeninin işleyişini belirleyen bir yasa (hukuk) metnidir. Peygamber artık Allah’ın mesajını insanlığa ulaştıran “Resûl” olmanın ötesinde örnek alınması gereken bir siyasal lider, yani “Emir”dir. Ve yaşam için amaç, Allah kelâmını ve nizamını yeryüzünde hâkim kılmak, bu uğurda ölümü dahi istemektir.Böylece İslâm, inananların siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamının her ayrıntısını düzenlemek üzere etkili bir sistem öneren bütünlüklü bir ideoloji olarak okunmuş olur. Bu anlayışın Hasan el-Benna’nın zihninde tohumlanmasını ve yeşermesini sağlayan bazı öncü akım ve isimler mevcuttur. Vahhabîliğin İzleri 18’inci yüzyılda Arap Yarımadası’nda sarsıcı etkilere yol açmış Vahhabiliğin kurucusu Muhammed b. Abdülvahhab gibi Hasan el-Benna da koyu bir Hanbelî idi. Hem “selef”inin hem de mezhebinin izinde o da dinsel inanç ve pratiğin puritenleşmesinin, yani başlangıçtaki en saf ve katışıksız haline döndürülmesinin bir ihtiyaç olduğunu savunmuştur. Abdülvahhab’ın geç Ortaçağ İslâm’ının ünlü âlimi İbn Teymiyye’ye dayanarak modern zamanlarda güncellediği, Hasan el-Benna’nın da benimsediği bu anlayış “Selefîlik” olarak adlandırılır. El-Benna insan yaşamını düzenleyecek temel ve asli kaynaklar olarak Kur’an ve Sünnet’in sadece lâfzî yorumlarıyla yetinilmesini bir zorunluluk olarak vurguladı. Muhammed b. Abdülvahhab gibi o da tasavvufu İslâm dünyasının çöküşünün baş sorumlusu olarak görmüştür. İslâm âlimlerini (ulemâ) ortaçağ İslâm dünyasında ortaya çıkmış yasal/hukuksal düzenlemelere (içtihadlara) dayanmalarından dolayı eleştirirken de Abdülvahhab’la buluşmaktaydı; Peygamber ve Dört Halife Devri’nin (“Asr-ı Saadet”) kural ve düzenlemelerine dönüşü savunmuştur. Aynı şekilde “cihat” kavramının yeniden işlerliğe sokulması noktasında da Vahhabilerle hemfikirdi. Bununla birlikte sıklıkla vurguladığı bir başka nokta, örgütün amacına ulaşmak için asla zor kullanmayacağıydı. Öte yandan, Vahhabilik’ten farklı olarak, modern yeniliklerin kabulünden yanaydı; yeter ki bunlar İslâm’la uyarlı ve bütünleşebilir olsun. 'İslâmî Modernizm'den Alınanlar, Alınmayanlar Hasan el-Benna’nın ideolojik formasyonunda Vahhabîliğin yanı sıra 19’uncu yüzyılın meşhur modernist-reformist İslâm anlayışının da bir alt yapı oluşturduğu söylenebilir. İslâm modernistleri, modern (Batılı) bilim, düşünce ve kurumların İslâm’la entegrasyonunu sağlayarak İslâmî düşünceyi yeniden formülleştirmek ve İslâmî toplumu çağa uygun bir şekilde yeniden biçimlendirmek istemişlerdir. Bu eğilimin en önde gelen şahsiyeti, hatta ideolojik mimarı olan Cemaleddin Afgani, bilimsel ve felsefi bilginin İslâm’a uyarlanmasını desteklemiş “panislamist” bir düşünürdü. Onun öğrencisi olup İslâm’ı modern düşünce ile uzlaştırmak yolunda daha da ileri giden Mısırlı Muhammed Abduh, “şûra”, “maslahat”, “icma” gibi İslâmî kavramların “parlamenter demokrasi”, “pragmatizm” ve ”kamuoyu” gibi modern Batı kavramlarına denk olduğunu önermiştir. Abduh’un öğrencisi Reşid Rıza ise hocasının İslâm’ın çağa uygunluğunu, hatta modern dünya için gerekliliğini savunan görüşlerini çok daha radikal şekilde benimseyip siyasallaştırmış, daha “Selefî-meşrep” bir düşünürdür. Hasan el-Benna, modernist-reformist İslâm ekolünün bu önde gelen şahsiyetlerinden önemli ölçüde etkilenmiş ve esinlenmiş olmakla birlikte, onların bazı yaklaşımlarını “değilleyerek” aşma yoluna da gitmiştir. Örneğin o da Muhammed Abduh gibi İslâmi bir reform programından yanaydı fakat Abduh’un aksine o, İslâmî öğretiyi modern dünyadaki gelişmeler ışığında yeniden değerlendirip yorumlama girişiminde bulunmadı. Oldukça ters bir doğrultuda, İslâmî modernizmin çok ileri gittiğini ve İslâm’ın temellerine yönelik tehdit oluşturmaya başladığını ileri sürmüştür. Hasan el-Benna, Cemaleddin Afgani gibi İslâm’ın evrenselleşmesini, bir başka deyişle “panislâmizm”i savunmuştur. İslâm dünyasını ve İslâm’ı “materyalist Batı tehdidi” karşısında güçlü kılmak üzere tüm Müslümanların birleşmeleri gerektiğine içtenlikle inanmaktaydı. Ancak Hasan el-Benna’nın daha özel olarak etkilendiği İslâmî modernist fikir adamı Reşid Rıza idi. O, Reşid Rıza’yı özellikle İslâm’ın bir bütün olarak kendine yeterliliği ve batıllılaşmanın tehlikeleri üzerine düşüncelerinde izlemiştir. Özetle Hasan el-Benna’yı kendisini önceleyen İslâmî modernistlerden ayıran nokta, onun İslâmî bilginin modern Batı bilim ve düşüncesiyle uyarlılığını rasyonelleştirmeye çalışan “defansif” bir pozisyon almaması, fakat İslâm’ın mükemmelliğini, kapsayıp kuşatıcılığını ve kendine yeterliliğini güçlü bir şekilde ileri sürmesidir. Demokrasi, 'Şûra'yla Olur Hasan el-Benna, kendisinin reformist öncülerinden İslâmî bir devleti kurma yolunda işlerliğe sokacağı araç ya da yöntemin ne olacağı noktasında da ayrılmıştır. Afgani sadece Müslüman yönetici, seçkin ve entelektüellere hitap etmekle yetinmiştir. Abduh tüm dikkatini fetva yoluyla dinsel reform üzerinde yoğunlaştırmıştır. Reşid Rıza ise selefî ideolojisini yayma ve propaganda yapma yolunda çıkardığı “el-Menar” adlı dergiye güvenmiş onu kullanmıştır. Sadece Hasan el- Benna bir kitlesel siyasal örgüt kurma ve hareket oluşturma yoluna gitmiştir. Siyaset söz konusu olduğunda el-Benna, İslâmi yönetim sisteminin özde demokratik olduğu ve İslâm’ın modern dünyanın tüm sorun ve rahatsızlıklarına doyurucu cevap ve çareler sunabileceği görüşündeydi. Amacı, özgün bir Müslüman devlet yaratma yolunda bir formül bulmaktı. Ona göre devlet başkanı Müslüman topluluk (“Ümmet”) tarafından seçilmeli ve bu topluluğa karşı sorumlu olmalıydı. “Ümmet”, yine kendisi tarafından seçilecek yetkin temsilciler aracılığıyla siyasal süreçlere katılacaktı. Bu temsilciler, yani “Ehl-i Şûra”, başkanı ve onun yapıp ettiklerini denetleyecekti.Siyasal Partilere Hayır El-Benna bütün siyasal partilerin kapatılması gerektiğini, çünkü İslâm’ın birleştirici özellikte olduğunu ve Müslümanların, ülkelerinin esenliği için birbiriyle işbirliği içinde hareket etmeleri gerektiğini düşünmüştür. İslâm devletinin amacı, İslâm hukukunu (Şeriat’ı) hakkıyla uygulamak, misyonerler yetiştirip onları İslâm’ı başka milletlere tanıtmak üzere göndermek ve ihtiyaç hâsıl olduğunda adalet ve insanlığın ortak iyiliği için silahla savaşmak olmalıydı. Bununla birlikte o, 7’nci yüzyıldaki ilk İslâm toplumununkine benzer, özel bir yönetim modeli önerme konusunda ısrarlı değildir. Çeşitli, farklı kurum ve düzenlemelerin Müslüman halkların özel sosyo-tarihsel koşullarına bağlı olarak işlerliğe sokulabileceğini ifade etmiştir. Batılılaşmadan Modernleşme Arayışı Hayli yoğun etkinlik sergilediği 1930’lu yıllarda el-Benna hiç de kolay olmayan bir uyarlılığı sağlama sorunuyla yüz yüze geldi. Bu, Mısır milliyetçiliği, Arap birliği (pan-Arabizm) ve İslâm enternasyonalizmi (panislâmizm) arasında bir uyarlılıktı. Bu çerçevede tüm Mısır Müslümanlarının, sırasıyla, Mısır’a bağlılık, Arap birliği ideallerine bağlılık ve nihayet İslâm enternasyonalizmi ideallerine bağlılık bakımından sorumlu olduklarını belirtti. Bununla birlikte Arap milliyetçiliğinin özellikle Nasır’ın iktidara geldiği 1954’ten sonra yükselmesi karşısında Müslüman Kardeşler, yönetimin laik eğilimlerine muhalefet yolunda çok daha panislâmist bir pozisyon aldı. Bu dönemde El Ezher ulemâsı da Nasır rejimini Müslüman Kardeşler’e karşı desteklemiştir. Batılılaşmayı reddetmekle birlikte el-Benna Müslüman yaşantısının modernleşmesi ile batılılaşması arasında hiç de kolay olmayan bir ayrım çizgisi çekmek zorunda kaldı. Bu noktada uygun bir reçete sunabildiği söylenemez. Çünkü modern olan her şey üç aşağı beş yukarı Batı ortamının bir ürünüydü. Şeriat ile mevcut Mısır yasaları arasında bir uyum yaratmaya çalışmıştır. Dinî eğitimi kuvvetle savunmasına karşın “Kardeşler”in laik devlet üniversitelerine gitmesine de izin verdi. Eğitimli Kadın, En İyi Anne Bir diğer güçlük, kadın konusuna yaklaşımda kendisini gösterdi. Örgütün “Müslüman Kız Kardeşler” adında bir kadın kolu mevcuttu. Kadının kamusal yaşamda yer almasına başlangıçta karşı olan örgüt, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu konuda gelen baskılara bağlı olarak daha esnek bir yaklaşım benimsedi ve kadınların öğretmen, hemşire, doktor olabilmesine, eğer aslî sorumlulukları olan “evhanımlığı”nı aksatmayacaksa müsaade edilebileceğini belirtti. Ana fikir şuydu ki kadının ilk sorumluluğu evine ve ailesinedir ve eğitimli bir kadın en iyi annedir. Bunun ötesinde kadının politikayla meşgul olması, bu, esasen erkeğin işi olduğu için asla kabul edilemezdi. Erkeğin zihinsel yetkinlik ve duygusal düzenlilik bakımından doğal (biyolojik) üstünlüğü ile siyasal ve toplumsal liderliğin erkekler tarafından icra edilmesi gerektiğine inanılmaktaydı.Eşitsizlik, Allah Vergisi Ekonomik meseleler söz konusu olduğunda Hasan el-Benna faizi lanetlemiş ve bu İslâmî yasağa karşı ekonomik işleyişi önleme yolunda bankalar üzerinde sıkı hükümet denetimi önermiştir. Ekonomide bir dereceye kadar devlet varlığı, onun başka yönlerden de onayladığı bir durumdu. Örneğin kamuoyunun tekelci şirketlere karşı korunması gerektiğini savunmuştur. Bir yanda İslâm’da özel mülkiyet hakkı olduğu, insanlar arasında servet ve zenginlik farkının kişisel cesaret, çalışkanlık ve bireylerin doğal yetenekleri temelinde kabul edilebilir olduğu vurgulanmıştır. Yani eşitsizlik, öncel (a priori) olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan gerekli olduğu zaman devlet müdahalesi de kabul edilmekteydi. Eğer sosyal adalet gerekiyorsa, devlet bireyin özel mülkiyet hakkını sınırlayabilir, toprak reformu yapabilir ve kamu kaynaklarını, bankaları ve madenleri millileştirebilirdi. Hilafet, Ama Nasıl? Hasan el-Benna’nın bu görüşleri 1936 yılında dünyadaki çeşitli Müslüman ülkelerin liderlerine yönelik kaleme aldığı uzun bir mektupta diğer İslâm topraklarına da ulaştı. Bu mektupta o, Batı medeniyetine reddiye ve suçlamalarla birlikte İslâm’ın ihtişam ve mükemmelliğine vurgu yaptı. Ayrıca İslâm ülkeleri yöneticilerinin kendisinin belirttiği ilkeler doğrultusunda hareket etmelerini vurgulayarak bu takdirde kendilerine Müslüman Kardeşler’in tam desteği olacağı sözünü verdi. El-Benna, Müslüman ülkeler arasındaki bağların kuvvetlenmesini Hilafet’in yeniden kurulması yolunda bir ön gereklilik olarak görmüştür. Halifeliğin restorasyonundan yanaydı, ama mevcut koşullar dâhilinde bunu yapmak apaçık olarak imkânsızdı. Çünkü Müslüman halklar arasında eğitimsel, toplumsal ve ekonomik düzeyler bakımından ciddi farklılıklar mevcuttu. Ancak bu farklılıkları aşma yolunda bir işbirliğini mümkün kıldıktan sonra Halifelik yeniden kurulabilecekti. Müslüman Kardeşler, Kahire’deki merkezin kurulmasından sekiz yıl sonra çeşitli gazeteler çıkarmaya başladı. 1946’da bir günlük gazete çıktı. El-Benna’nın damadı Said Ramazan, 1950’de “el-Muslimun” adında aylık bir derginin yayımını başlattı. Önceleri yayın alanında Mısır’ın yüksek gazetecilik standartlarını işlerliğe sokan Batılı basını ile rekabet edecek düzeyin hayli gerisinde olsa da örgüt, zamanla çok daha yetkin ve profesyonel biçimde kitle iletişim araçlarını kullanma ve bu bakımdan daha etkin propaganda yapabilme düzeyine ulaşmıştır. YARIN: Müslüman Kardeşler'in Siyasi Tarihi***