Yok, hemen Fener’e “vurdun” (öyle yazıyor ya bir okur yorumunda:”bari beş karşıya vururken bir de kendinize vurunuz ki entelektüelliğiniz tartışılmasın”), âh aldın, al sana Beşiktaş, demesin kimse!.. Fenerbahçe’yle ilgili yazdıklarımın satırı satırına, harfi harfine arkasındayım. Daha ağır yorumlar da bekliyordum (belki T24 editörleri koymadı), ama ne yalan söyleyeyim, birkaç tane de olsa sağduyu sahibi Fenerli dosttan bir parça “haklılık payı” teslimi de beklemiyor değildim… Hiç yokmuş öylesi. “Dost” diye yazanlar bile, böyle dost, düşman başına dedirtecek cinsten çıktı. Fenerbahçe yönetimi üzerinde futbol branşındaki “performans baskısı”nın hak ve etik konusunda cıvataları sonuna kadar gevşetip, kontrolsüz yanlışlıklara sevk ettiğini, bunun da “tek büyüklük” iddiası, daha da öte “cumhuriyet kompleksi”nden kaynaklandığını söylemeye çalıştım. Yazıda içkin olan, eğer fark edilebilse, Fenerbahçe’nin “ulusal”ı da aşkın bir “küresel” büyüklüğe asıl bu “kompleks”ten kurtulduğunda ulaşabileceğiydi. Bir “Büyük Fikret” büyüklüğü önermeye yeltenmiştim Fener’e… Kahhar bir rekabetçiliğin kör ettiği gözler, bunu okumadı. Sağlık olsun! Yazıda, yaşanan yanlışlığın sadece Fener’e özgü olmadığını, bunun kendi takımım Beşiktaş’ı da kapsayan bir tarihi olduğunu da belirttim, örnekledim, ama o da “okunmadı”. Şimdi Beşiktaş’ın da bu utanç verici son şike sürecinin bir parçası olduğu netleşti. “Kem gözlere şiş” niyetine Beşiktaş mevzuuna girelim!.. (Bu arada acaba Fenerbahçeli bazı yazarlar, önceki haftalarda “bu bir Fenerbahçe operasyonudur; Aziz Yıldırım operasyonudur” şeklindeki fanatik yorumlarından dolayı hiç hicap duyuyorlar mı, çok merak ediyorum!) En son söylenecek olanı, başta söyleyeyim: Beşiktaş derhal küme düşürülmelidir! Dün, Rıdvan Akar marifetiyle “Çarşı” adına basına yansıyan açıklama, evet gurur verici, ama sonuçta yine de temkinli bir değerlendirme… Hayır, İbrahim Akın’ın ifadesi ortada… Şaibe ortada… Her şey ortada… Beşiktaş bu “utanç”la yaşayamaz. Beşiktaşlı da bu utançla yaşayamaz. “Acı” ile yaşarsınız. Mesela kaleciniz Sabri (Dino) kafasında krampon deliği açılarak sakatlanır, şampiyonluğa giden takım düşüşe geçer, canınız yanar, ama hayat Beşiktaş için devam eder. Steagul Roşu’dan son üç dakikada üç gol yiyip hem Avrupa kupasından elenir hem de rezalet tarihine geçersiniz, canınız yanar, ama hayat Beşiktaş için devam eder. Liverpool’dan sekiz gol yer, BJK değil 8JK diye alay konusu olursunuz, canınız yanar, ama hayat yine Beşiktaş için devam eder. Ama haram lokma yerseniz, Beşiktaş ölür! At yarışlarından çıkıp, Beşiktaş’ı “yarış atı”na çevirip onu “çatlama” noktasına getirmişler!.. Şerefli ikinciliklerin takımı bu; yine şerefiyle alt lige düşmesini de bilir. Taraftarı sırtlar takımını, yine şerefiyle başarıya koşturur. Zaten genelde hep öyle olmadı mı? Taraftar sırtladı hep Beşiktaş’ın tahammülfersa kayıplarla yüklü futbol serüvenini… Türkiye’de iki tür taraftar var. Esasen “Anadolu kulüpleri”ne mahsus olan durumda, taraftar takımını sırtında taşır. Bir de taraftarını sırtında taşıyan takımlar vardır ki biraz da o yüzden taraftarları daha çoktur. İster objektif bulmayın, ister duygusal sayın, “üç büyükler” arasında da Beşiktaş’ın göreli olarak daha çok “taraftarının sırtında taşınan bir takım” olduğu kanaatindeyim ben… Bundan sonra da bunun böyle olmasını istiyorum. O yüzden de tüm kalbimle küme düşmek istiyorum!.. Yaşanan bu şike operasyonu sürecinde Fenerbahçelilerin büyük çoğunluğu Fenerbahçeliliğin ötesine geçti, “Fenerbahçecilik” yaptı. Beşiktaşlılar “Beşiktaşçılık” yapmasın! “Çarşı”, bunu yapmadı, herkes de böyle devam etsin!.. Kupa, Beşiktaş’tan alınsın! (Ne mutlu ki Kulüp dün hemen kupayı iade etti.) Takım, küme düşürülsün! Yönetim, derhal değişsin!.. Demirören üzerine bir not: Beşiktaş başkanı Erdoğan Demiören aklanana kadar Türkiye Kupası’nı Federasyon’a iade etme kararı aldıklarını açıklamış. Acayip iş! Asbaşkan Serdal Adalı’nın bulaştığı Kupa’da şike olayında Demirören’in sürecin dışında ve uzağında bu ilgisiz-ilişkisiz durumunu yorumlamakta zorlanıyorum ben… Başkan olup-bitenlerden haberdar değil midir yani?! Haberdarsa bu, ciddi ve onu da bağlayıcı berbat bir sorundur. Değilse, daha beter, bu nasıl başkanlıktır?! Durum vahimdir ve Başkan’dan açıklama talep etmektedir. Beşiktaş’ın bu kendi kalesine gol atma sürecinde top şimdi istese de istemese de Demirören’in önünde. Ve maalesef Başkan’ın topa vurmama seçeneği de yok gibidir. 'Fenerci' Okurdan 'Kürtçü' Okura… Okurla kavga edilmez, kabul, ama okur hiç muhatap alınmaz da değil; hele bazı durumlarda görmezlikten gelinmesi de hiç mümkün değil… Şike meselesi üzerine yorumlarda kabul etmediğim noktalar olduğu gibi Kürt meselesi üzerine son yazıma (Kürt Hareketi ve Ümmetçilik) yorumlarda da kabul edilemez, düpedüz haksızlık mahiyetinde ifadeler var. Türk solu ve sosyalizminde dine yönelik “antipati”nin Kürt sosyalistlerinde mevcut olmadığını, antropolog Martin van Bruinessen’in büyük çalışması “Ağa, Şeyh ve Devlet”in girişindeki bir anekdottan hareketle tartışmaya açtığım yazıya bir okur şu yorumu düşmüş: “Kürdolog Martin Van Bruinnesen´in doktora calışması kitabının ilk baskı tarihi 1978, biz okuyup bilincimizi çelikleştirmeyi çoktan öğrendik.. 1989 yılında Özgür gelecek dergisinde Sêx Said ile ilgili bölümü yayınlandı, sahibi 6.5 yıl ceza aldı.. Yani bizler bedel ödedik, siz ise, bugün keşfetmiş, tarihe O’nun üzerinden rahat rahat göndermeler yapıyorsunuz!!! Ama yine Kürtleri zayıflatmak için yapıyorsunuz bu göndermeleri. Yazık. Gidin bir Kürdün sofrasına oturun yahu, bir kez olsun Kürt ekmeği yiyin, sevginin, insanın, değerin, empatinin, yaşamın ne olduğunu belki o zaman anlarsınız!!!” Kendince literatür takibinde bir gecikme zaafım olduğunu işaret ederek bana hayli “sıkı” bir üslupla haddimi bildiren bu okuruma ben de bir “bildirim”de bulunmak ve dikkatini 1997 yılında “Toplum ve Bilim” dergisinin 72’nci sayısında çıkan “Kaşkaylar ve Kürtler: İki kitap temelinde Orta Doğu’da aşiret-devlet ilişkileri üzerine bir karşılaştırma denemesi” başlıklı yazıma çekmek isterim. Bu yazıda, Bruinessen’in söz konusu kitabı ile bir başka antropolog, Lois Beck’in İran’da yaşayan Türkî Kaşkay aşireti üzerine “İran Kaşkayları” adlı kitabını aşiret-devlet ilişkilerinin Ortadoğu coğrafyasındaki seyrini anlama açısından karşılaştırırken, “Ağa, Şeyh ve Devlet” üzerine 1 no’lu şu dipnotu düşmüşüm (s. 129); aynen aktarıyorum: “Kitap, “Ağa, Şeyh ve Devlet - Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi” başlığı altında Remziye Aslan tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Özge Yayınları’ndan (tarihsiz) çıkmıştır. 1991 yılında İngilizce gözden geçirilmiş yeni baskısı yapılan kitabın, bu çalışmada 1978 yılında yayımlanan İngilizce orijinal baskısı kullanılmıştır”. Okurumun bana ders verircesine bahsettiği, ama eline alıp almadığını bilmediğim “Ağa, Şeyh ve Devlet”in adeta “teksir makinesinden üretilmiş” görünümdeki o 1978 baskısını ben 1988’de okuyup üzerine bir İngilizce tanıtım yazısı yazdım. “Toplum ve Bilim”de çıkan yazı, o okuma temelinde yapılan bir karşılaştırma idi. Daha sonra kitabın 1991 yılında çıkan İngilizce yeni baskısı Türkçeye İletişim Yayınları tarafından 2003 yılında yeniden çevrildiğinde de aynı yıl Virgül dergisinde kitaba ilişkin bir Türkçe tanıtım yazdım. 1980’lerin sonundan bugüne kadar bu kitapla tefekkür kadar muhabbet de dolu bir teşrik-i mesaim oldu benim kısacası… Yazarlık kadar okurluğun da bir adabı ve erkânı vardır. Okur, yorum yapacağı yazarın yazmadığını “bilinmiyor” sayıp kalemini kana bulamak yerine, o yazarın özgeçmişine birazcık göz atıp haksızlık etmekten uzak durabilir. Hadi bunu yapmadı diyelim, hızını alamadan yazdıklarına son bir kez dönüp baksa, kaleminden çıkanı gözü okusa, “bizler bedel ödedik, siz rahat rahat konuşuyorsunuz” veya “bir kez olsun Kürt ekmeği yiyin de insaniyet bulun” gibisinden sözlerle sadece yazara değil bizatihi Kürtlere saygısızlık etmekten de uzak durabilir. Benim tanıdığım Kürtler ne ödedikleri bedeli ne de paylaştıkları ekmeği mevzubahis edecek kadar tevazudan uzak insanlar oldu hep…