Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Washington Post’a verdiği mülakatta söylediklerine...
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Washington Post’a verdiği mülakatta söylediklerine binaen ortaya atılan “Osmanlı Milletler Topluluğu” tabiri geçen hafta gündemi bayağı işgal etti. Bakan, tabiri kullanmıyor ama sözlerinin öyle “tercüme edilmesi” çok da yanlış değil: “İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde; neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?” Ahmet Davutoğlu ile geçmişte birkaç akademik tartışma ortamında beraber bulunduk. Bir siyaset bilimci olarak tanıyıp saydım onu, ama bir siyasetçi olarak böylesine harcıâlem sözler sarf etmesi beni şaşırttı. Her şey bir yana, Davutoğlu’nun İngiliz (“British”) Milletler Topluluğu’ndan çıkış yapan bu sözlerinin, Osmanlı’nın “kolonyal” bir imparatorluk olmadığı şeklindeki klasik sağ-muhafazakâr iddiayı zayıflatan bir çağrışımı var. Bindiği dalı kesmek gibi bir şey bu. Demek ki Osmanlı’nın sömürgeci Britanya’dan farkı yokmuş diyenler pekâlâ çıkabilir. Hâlbuki Osmanlı, geniş topraklar üzerinde güvenlik sunup tarımsal artı ürünle varlığını sürdüren, “eski dünya”ya özgü karasal bir “çiftçi imparatorluğu”ydu. Britanya gibi, okyanus-aşırı ticarete dayalı, uzak diyarlardaki yaşam kaynaklarını alıp anavatanda işleyerek tekrar oralara mamul madde olarak satan, modern zamanlara özgü kolonyal bir “sanayi imparatorluğu” değildi. Bakan’ın sözlerine dönelim! “Eski Osmanlı toprakları” diyerek Davutoğlu belli ki İsrail’i dışta bırakmaktan yana… İran, “Ortadoğu kontenjanı”ndan içeriliyor olabilir. Balkanlar ve Orta Asya ise lalettayin telaffuz edilmiş gibi bir izlenim oluştu bende… Balkanlar yüzünü çoktan Avrupa’ya döndü. Özal döneminden beri Türkiye’nin kendilerine “ağabey”lik taslamasından hiç haz etmeyen Orta Asya cumhuriyetlerinin de böylesi birlik arayışlarına sakıngan yaklaşacağı muhakkak…O halde kuvvetle muhtemel ki böyle bir ifadeyi kurarken Davutoğlu’nun zihninde Türkiye’nin ekonomik, politik ve kültürel etkileşiminin yakın dönemde hayli arttığı Arap Ortadoğu’su daha spesifik olarak var. Lâkin orada da Dışişleri Bakanı’nın bilmemesi mümkün olmayan bir tarihsel sorun mevcut. Bu, hemen akla gelebilecek, Arap dünyasında sıklıkla gözlenen (laik) Türkiye antipatisi değil. AKP aracılığıyla, özellikle de Başbakan Erdoğan marifetiyle bu antipatinin bir popüler sempatiye dönüştüğü aşikâr… Sorun Araplar arasında asıl Osmanlı’ya yönelik bir nefretin bulunması!.. Öyle ki Arap Ortadoğu’sunun yenileşme, modernleşme ve uluslaşma sürecine en çok etki eden doktrin, bir bakıma 'Osmanlı nefreti'nden köken alır. Vahhabiliktir bu… 18. yüzyılda yaşamış, Necd’de doğup Medine’de eğitim görmüş Muhammed b. Abdülvahhab tarafından temelleri atılan Vahhabilik, bir “İslâmî püritenizm” hareketiydi. İlmini geliştirmek için İran, Irak ve Hicaz’ın pek çok bölgesinde dolaşan Abdülvahhab şu kanaate varmıştı: İslâm dünyasının içinde bulunduğu vahim durumun baş sorumlusu Osmanlı’dır. Müslümanların çoğu İslâm’ın özünden sapmış, İslâm adı altında pek çok uydurma inanç ve uygulama, özellikle sufi-tarikat İslâm’ı üzerinden ve Osmanlı sayesinde her tarafa yayılmıştı. Bu yüzden Osmanlı hem zararlı hem de ümitsiz vakaydı. Sadece Araplar özgün ve saf İslâm’ı yeniden canlandırabilirdi. Bu anlayış doğrultusunda Abdülvahhab, Necd’de kabile reisi İbn-i Suud’la ittifak yapıp Arap topraklarında Osmanlı karşıtı bir hareket başlattı. Osmanlı yönetimi ancak Mısır valisi Mehmet Ali Paşa sayesinde 19. yüzyılın başında bu kalkışmayı bastırabildi. Ama Vahhabilik, 20. yüzyılda Suudların bölgede iktidarı ele geçirmesiyle tekrar sökün etti. Süreç, Suudi Arabistan’a doğuş verdi. Bugün de bu ülke başta olmak üzere diğer Körfez ülkelerinde hâkim ideolojik hareket, Vahhabiliktir. Dahası Fas’tan Endonezya’ya kadar Sünni-İslâmî radikalizmin yaygın olduğu her yerde en önemli motivasyon kaynağı, hatta El Kaide’nin ideolojik harcı da Vahhabiliktir. Esasını Osmanlı reddiyesi oluşturan bir anlayışın etkinlik ağındaki coğrafyaya Türkiye’nin liderliğinde “Osmanlı Milletler Topluluğu” çağrısı, olmayacak duaya âmin denmesini istemek gibi bir şey… Sözün özü başta da değindiğim üzere şu: Sömürgecilik, daha doğrusu kolonyalizm, modern çağa denk düşen bir pratik. O yüzden modern dünyanın “post-kolonyal” evresinde bağımsızlık kazanmış ulusların eski kolonyal merkezle birlikte hareket etmelerinin ekonomik, kültürel ve teknolojik birtakım avantajları olabilir. Osmanlı ise modern-öncesi çağa, hayata, dünyaya özgü bir imparatorluktu ve modern dönemde bileşenlerine yavaş yavaş ayrılarak parçalanıp yok oldu. O, bitmiş bir hayatın temsilcisiydi. “Osmanlı Milletler Topluluğu”, o yüzden yaşayanların ölü inancı olmaktan başka bir anlam taşımamakta…