Tümamiral Cihat Yaycı’nın ani kararnameyle görevinden alınması ve akabinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) emekliliğini isteyip ayrılması, pandemi sürecindeki ülke gündeminin önemli maddesi oluverdi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı (DKK) Kurmay Başkanı olmasının yanı sıra, gerek TSK’daki FETÖ yapılanmasının tasfiyesinde getirdiği "özel" yöntem, gerekse Türkiye’nin Libya sürecinde elini güçlendiren diplomatik hamleye katkı yapması Yaycı’yı devlet ve kamuoyu nezdinde "hatırı sayılır" konuma getirdi.
Ayrıca DKK Kurmay Başkanı olması itibarıyla TSK’nın komuta kademesinde "karar almada" etkin olan Yaycı’nın yaşadığı süreç, halen yanıtları tam olarak açıklanmayan soruların ortaya atılmasına neden oldu kuşkusuz.
Yazının girişine virgül koyup yılın ilk günlerine dönelim.
Koronavirüs ve pandemisiyle henüz tanışmadığımız ocak ayında ABD merkezli ünlü düşünce kuruluşu RAND Corporation, Türkiye hakkındaki raporunu açıkladı.
RAND, kimilerine göre ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı’na (Dış İstihbarat Servisi - CIA), kimilerine göre ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) bağlı. Kimilerine göre ise, "kendi halinde masum akademik faaliyetler" yürütüyor. Buna karşın ülke kamuoyunca RAND’ın en iyi bilinen gerçeği, Türkiye hakkında hiçbir dönemde iyi şeyler düşünmediği. Bu yüzden Türkiye nezdindeki sicili parlak değil.
Ülkemizde daha çok "darbe ve müdahale" süreçleriyle ilişkilendirilen RAND, söz konusu raporuyla Türkiye’nin iç siyasetini bir anda dalgalandırmayı başardı. Bu dalgalanma, ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar arasında farklı yorumlar yapılması ve hareket tarzı izlenmesine zemin sağladı.
"Türkiye’nin Milliyetçi Süreci" (Turkey's Nationalist Course) başlığını taşıyan 276 sayfalık raporda, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana "stratejik ortak" olarak tanımladığı ABD ile ilişkilerinin dışında komşu ülkeler ve Avrasya ülkeleriyle ilişkileri, yaşadığı sorunlar ve süreçler ele alındı.
Hatırlanacağı gibi, raporun ülke kamuoyunda en çok tartışılan bölümlerinden birisi ise, ABD ordusuna tavsiyelerde bulunmak için değerlendirmeye aldığı TSK’nın güncel durumuydu.
Rapor halen kuruluşun internet sitesinde mevcut. Ancak, raporun TSK boyutunun Türk medyasına yansıyan bölümlerine baktığımızda özetle şu bilgiler var:
* 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yapılan tasfiyelerin, askeri liderliğin alışık olunmayan siyasi faaliyetlerinin ve profesyonellikteki gerilemenin ordudaki orta kademedeki subaylarda tedirginlik yarattığı,
* Orta kademedeki subayların askeri liderliğe son derece öfkeli olduğu, bazı gözlemcilerin, bu memnuniyetsizliğin de bir noktada başka bir darbe girişimine dahi neden olabileceğine inandığı,
* Rusya’yı dengelemesi amacıyla ABD’ce NATO üzerinden sürekli Türk ordusuna "angaje olunması" gerektiği,
* Milli Savunma Bakanı’nın Türkiye’de giderek artan önemi ve "anahtar muhatap" rolünün ABD tarafından dikkate alınması gerektiği,
* 15 Temmuz’dan sonra faaliyete geçen Milli Savunma Üniversitesi’nin müfredatının geliştirilmesine yardımcı olunması gerektiği, TSK’nın ABD’deki okullara öğrenci - subay göndermesine devam edilmesinin teşvik edilmesi.
Yine Türk medyasına yansıyan bilgilere göre; ABD, Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikalarından rahatsız. RAND Corporation uzmanları bu noktada Washington yönetimine "Amerikan devletinin İran’ı hedef olan politikalarına Türkiye’den aktif bir katılım ve destek beklendiğinin vurgulanması" tavsiyesinde bulunuyor.
Bu rapora Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere iktidar ile muhalefetten ve elbette Milli Savunma Bakanlığı’ndan beklenen tepkiler verildi. İktidar ile muhalefet arasında hiç sönmeyen darbe tartışmaları bir kez daha alevlendi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, TBMM’deki AKP grup toplantısında "Darbe tehlikesi hazırlığı varmış gibi gündemler, Türkiye'yi ana hedeflerinden saptırmaya dönük bir yaklaşımdır" dedi.
Raporun hedefindeki isim olan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise, o dönemde Hürriyet’e yaptığı açıklamada, "Raporda kullanılan, özellikle bakanlık, şahsım, TSK ve Milli Savunma Üniversitesi hakkındaki ifadelerin aramıza nifak tohumları ekmek isteyen çevrelere malzeme olabilecek kurnazlıkla kurgulanmış olmasını ve bunun da çarpıtılarak farklı anlamlar yüklenmesini, gerçekleri yansıtmayan zorlama imalarda bulunulmasını esefle karşılıyorum" değerlendirmesini yaptı.
Raporun etkisi geçmeden yeni bir rapor ortaya çıktı. Bu kez, Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’ydü, ikinci raporu hazırlayan.
RAND Corp. benzeri konumda olan enstitünün, "Türk Demokrasisine Bakış: 2023 ve Ötesi" (The Outlook for Turkish Democracy: 2023 and Beyond) başlıklı raporunda, Erdoğan’ın ailesi ve yakın çalışma ekibi sınıflandırıldı.
Muhalefet ve Türk medyası üzerine değerlendirmelerin de yer aldığı raporda, 2023 seçimleri üzerine analiz yapılması dikkat çekiciydi.
Uzun tahlil sonrasında, 2023 sürecinde açıkça isim verilmese de yapılan tanımlamalardan Erdoğan’ın halefi olabilecek isimleri tahmin etmek zor değildi.
İki isim, Akar ve MİT Başkanı Hakan Fidan olarak yorumlandı.
Araya Koronavirüs pandemisinin girmesiyle birlikte ülke yönetimi, sağlık üzerine yoğunlaştı. Her iki raporun siyaset ve kamuoyundaki yansımaları çabucak etkisini kaybetti.
Ta ki, 15 Mayıs sabahı Resmi Gazete’de yayımlanan Tümamiral Yaycı’nın görev yerinin değiştirilmesi kararnamesi yayımlanıncaya kadar.
Kulislerde, Yaycı’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’la arasında herhangi bir sorun olmamasına karşın Akar’la ilişkilerinin iyi olmadığı değerlendirmeleri var. Zaten iki taraftan da bu konuda bir açıklama gelmedi.
Kendisiyle birlikte teşkilat şemasından doğrudan bağlı olduğu Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Adnan Özbal’ın da haberinin olmadığı anlaşılan atama sonrasındaki açıklamasından öğreniyoruz ki, Yaycı’ya "apar topar ayrılış yapması" talimatı verilmiş.
Bu talimat, bürokraside özel anlam taşır. Yönetim iradesi, birlikte çalışmayı istemediği bürokrata ya da devlet görevlisine, makamını toplama ve çalışma ekibiyle vedalaşma olanağı vermeksizin binayı terk etmesini ister.
Açıklamasına baktığımızda Yaycı’ya yapılan da budur. Oysa, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı karargâhı ile Genelkurmay Karargâhı arasındaki mesafe, bir kaldırımdan diğerine yürüyerek iki dakikadır. İnönü Bulvarı’nın her iki tarafındaki iki karargâhta yaşanan atama sonrasında Yaycı’ya Genelkurmay’daki yeni görevine başlamadan eski görevindeki ekibine "veda" olanağı verilmemesi manidardır. Artık Yaycı, iradeyi ne kadar kızdırmış ki, bakanlık Yaycı’ya "acele terk et" demiştir.
Tümamiral Yaycı ile kişisel tanışıklığım yok. Ancak, bilhassa 15 Temmuz sonrasındaki süreçte emniyet birimlerinin TSK’daki FETÖ operasyonları için kıymetli katkıları olduğunu biliyorum. TSK’da yuvalanan FETÖ’cülerin tek tek tespit edilip yargı önüne çıkarılmasında adliye ve emniyete destek vermiştir. Hakkındaki adli soruşturma ise, kamuoyunda oluşacak tepkileri önlemek ve görevden almaya haklı zemin sağlamak amacıyla oluşturulan zemindir.
Yaycı’yla ilgili süreç, aynı zamanda FETÖ’yle mücadele konusunda safların daha belli olmasını ve sıklaşmasını sağladı. Bir nevi turnusol kâğıdı özelliğini yarattı.
Yaycı’nın istifasını, ABD kaynaklı iki rapor eşliğinde bir kez daha değerlendirmekte fayda var. Zira, iç siyasette gelinen noktayla bağlantılı olarak "kartların yeniden dağıtıldığı" gibi bir izlenim Ankara’da hâkim görüş.
Ramazan/Şeker bayramınız kutlu olsun...