Devlet, deprem karşısında kendi örgütlenmesini ve refleksini istese de gösteremiyor. Bunun çok sayıda nedeni var fakat en önemlilerinden biri neoliberal politikalar. Öteden beri kamu hizmetlerini taşeronlara gördürme, özel sektörden satın alma ve itaat karşılığında kaynak transferi norm kılınmış bulunuyor. Devletin elinde (din hizmetleri sınıfındakiler hariç olmak üzere) yeterli araç ve nitelikli personel bulunuyor mu, hayli kuşkulu. Bunlara, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin monokratik yönetimi de eşlik edince geriye geçtiğimiz haftaki manzaraların kalması ne yazık ki sürpriz değil.
Bu yaşanandan ders çıkarmanın ilk adımı, kurumsal ve kamusal akla yeniden hayat vermek olmalı.
Bunu etraflı biçimde tartışmalıyız.
Aslında Anayasa'nın etkili ve tastamam biçimde uygulanması dahi bazı sorunların aşılmasına yardımcı olabilir.
Birkaç kurumsal örnek aktarmak fikir verebilir.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), 1961 Anayasası'nın getirdiği anayasal bir kurumdu. DPT'nin hazırlayacağı kalkınma planlarının ülkedeki ekonomik gelişme hamlelerinden, kent planlamasına kadar uzanan önemli bir işlevi bulunuyordu. Bu kurum, 1982 Anayasası'na konmadı ama planlamacı ögeleri her şeye rağmen günümüze miras kalabildi. Bugün dahi Anayasa'da "aile planlaması" (md. 41), "tarımsal planlama" (md. 45), "sağlığın planlanması" (md. 56), "şehir planlaması", (md. 57), "eğitimin planlanması" (md. 131) konularındaki hükümler bu geleneğin izi olarak bulunuyor.
Bu planlama etkinlikleri, anayasadaki değişime rağmen 1980'lerden 2010'lara kadar bir süre daha DPT tarafından sürdürülmeye devam etti. Öyle ki 1999 depreminden sonra 2001'de hazırlanan Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda deprem konusu özel olarak ele alındı. Raporda bazı önemli tavsiyeler üretildi.
Örneğin o plandaki, "zaman çıkarılan imar affı yasaları, çarpık yapılaşmaya ve afete dayanıklı olmayan yerleşimlere yol açmaktadır.", "İnceleme ve onay işlemlerini gerçekleştiren yetkililerin teknik niteliklerinin yetersizliğinin yanı sıra, yaptıkları işin ve aldıkları sorumluluğun bilincinde olmamaları, önemli bir sorun olmaktadır.", "kaynakların iyi yönlendirilmesi ve rasyonel biçimde kullanılmasını sağlayacak etkili ve sağlıklı işleyen geniş kapsamlı bir afet yönetim sistemi oluşturulamamış bunun yerine, afet sonrasında yara sarmak yaklaşımı benimsenmiştir. Bu durumun doğal sonucu olarak, afetlerde can ve mal kaybının yanı sıra, ekonomik, toplumsal ve psikolojik zararların azaltılması sağlanamamaktadır." gibi belirlemeler (§1983-1987) dikkat çekiciydi. Ayrıca, sanayi ve nüfus tek bir bölgede toplanmaması; İstanbul, İzmir, Adıyaman gibi deprem riski altındaki şehirlere dönük göçün durdurulması; depremle ilgili bilimsel araştırmalara dönük bütçenin arttırılması vb. türden önemli öneriler getirilmişti.
Fakat DPT, 2011 yılında bürokratik vesayet bahaneleriyle sessiz sedasız kapatıldı. Bunda büyük olasılıkla, planlamaya olan alerjinin payı vardı. DPT'nin yerine "Strateji ve Bütçe Başkanlığı" gibi ismi ve cismi muğlak bir yapı getirildi. Fakat yaşadığımız deprem dramı, "planlar hiyerarşisi"nin ve özellikle de merkezi planlamanın ne kadar önem taşıdığını ve DPT'ye bugün de ihtiyaç duyduğumuzu bize yine yeniden gösterdi.
Bugün depreme dair kurumsal çözümler aranıyorsa yüzümüzü dönmemiz gereken adreslerden biri burasıdır. Teşkilat, yeniden ve aynı isimle ve daha da yetkilendirilmiş olarak kurulmalıdır.
Anayasa'nın kamusal politikalarla ilgili öngördüğü bir diğer kurum, Ekonomik ve Sosyal Konsey. Bu Konsey, yasal olarak varlık gösteriyor. Hattâ 2010 yılından itibaren bu dayanak, anayasal hâle gelmiş bulunuyor.
Ne var ki kâğıt üstünde durum böyle olsa da, aslında hayalet bir kurumla karşı karşıyayız.
Normal şartlarda, memurlar, işçiler, köylülerin temsilcileri, uzmanlar vs. üyelerden oluşacak olan bu Konsey "ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında istişari görüş bildirme" gibi dikkate değer bir yetkiye sahip. Gelgelelim Covid-19 pandemisi sürecini geçirmiş olmamıza ve tarihi büyüklükte bir deprem yaşamış olmamıza rağmen, Cumhurbaşkanı'nın bu kurumu toplamak gibi bir niyeti, belli ki yok. Oysa bu kurum etkili çalışsa, başta üniversiteler, sendikalar ve meslek örgütleri olmak üzere farklı örgütlenmelerin deprem konusundaki bilgi birikimlerini yansıtıp merkezileştirebilmeleri sağlanabilirdi. Böylelikle ortak bir akılla, kimi acil adımlar atılabilirdi.
Hâlâ atılabilir…
Deprem, diğer pek çok şeyin yanı sıra bir egemenlik meselesidir. Egemenlik, üstünlük ama en önemlisi süreklilik gerektiren bir erktir. Devletin, fiziksel olarak ulaşamadığı yerde egemenliği de kuşkulu hâle gelir. Güneydoğu depremi, bu felaket sonucunda kamu gücünün ülkedeki kimi mekânlara ulaşımını ve haberleşmeyi sağlayamadığını göstermiştir. Kamu gücünün otoritesini kaybettiği bağlamda alternatif bir iktidar ortaya çıkmadıkça şiddet, yağma ve hırsızlık olayları gibi kaos biçimleri beraberinde gelir. Kaos, bir defa başladığında, kriz bölgesiyle de sınırlı kalmaz.
Öte yandan, böylesi bir yıkımın ülkenin sınai, ticari veya askeri merkezlerinin olduğu bir mekânda gerçekleşmesi hâlinde, ülkenin dışsal müdahaleye açık hâle geleceğini, en azından bağımsızlığının tartışmalı duruma düşeceğini mutlaka akılda tutmamız gerekir. Konuya böyle bakarsak; deprem hiçbir kurumun meselesi değilse bile yurt savunmasıyla yükümlü Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) meselesidir, diyebiliriz.
TSK, tabii ki bağımsız bir organ değil. Dolayısıyla bu bağlamda özellikle Millî Güvenlik Kurulu'na (MGK) iş düşmektedir. Deprem, MGK'nın her toplantısında daimi bir gündem maddesi olmak durumundadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Türkiye'nin kurucusu olan kurum. Türkiye'nin işgal altında olduğu koşullarda (bugünkü spekülasyonların aksine) yapılan seçimlerle toplanan TBMM, darbeler veya darbe girişimlerine rağmen Cumhuriyet'in her şeye rağmen ayakta kalan en önemli yapılarından biri. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle etkisi ve yetkisi iyice sınırlanmış olan TBMM, her şeye rağmen kolektif bir irade üretme kapasitesine sahip.
Hatırlatmak lazım. 1999 Gölcük depreminden sonra TBMM'de kurulan Meclis Araştırma Komisyonu, o gün için deprem sorununu incelemeye yönelmiş, belli sınırlar dahilinde bir rapor üretmişti.
O raporda otuz sekiz tane öneri getirilmişti.
Bunlar, "Gecekondulaşma ve kaçak yapılaşmayı teşvik eden imar affı politikasından kesinlikle vazgeçilmelidir", "yerel yönetimlerin doğal afet riskinin belirlenmesi ve zararların azaltılması konusunda görev, yetki ve sorumluluklarını ve aykırı hareket edenlere uygulanacak cezai müeyyideleri de kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir", "bağımsız ve uzman bir meslek kuruluşu olarak İnşaat Müteahhitleri Odası kurulmalı ve müteahhitler meslek ilkeleri açısından denetlenmelidir", "deprem bölgelerinde tehlike yaratabilecek her türlü tesisin mümkünse deprem riski az olan bölgelere taşınmalıdır." gibi, hayata geçirilmesi durumda etki gösterecek türden önerilerdi.
O rapora bugünden bakıldığında görülen güncel çelişkiler, böylesi raporların en azından kurumsal takip için işlevsel olabileceğini gösteriyor. Kuşkusuz bu türden raporlar, dostlar alışverişte görsün diye yazılmıyor değil, yazılabiliyor. Fakat elini taşın altına sokmak isteyenler için yine de anlam taşıyor.
Son olarak; yaşadığımız trajedi, deprem konusunda güncel ve kapsamlı bir afet mevzuatına ne denli ihtiyaç duyduğumuzu gösterdi. Böylesi afetler karşısında kimin, nerede, ne zaman, neyi nasıl yapacağının çok net ve ayrıntılı biçimde düzenlenmesi gerekiyor. Merkezi bir planlamayla yeni bir afetler mevzuatı yazmak gerekiyor. Bu mevzuat yazılırken; doğal afetlerin öncesindeki eğitim, denetim ve bilinçlendirme süreçlerinin, hakeza afet sonrasındaki yeniden inşa ve rehabilitasyon aşamalarının da düzenlenmesi gerekiyor.
TBMM Başkanlığı, böylesi bir mevzuatın hazırlanması için diğer kanun ve kararlardan farklı hareket edebilir. Başkanlığın, örneğin özel toplantılar dizisine ve ad hoc bir komisyon kurulmasına öncülük etmesi, tarihsel bir adım olur.
Böylesi bir deneyimin dünyada bir emsalini aramaya da gerek yoktur. Zira özellikle Batı devletlerinin yaşadığımız sorun karşısındaki duyarsızlığı, bu sorunu kendi kendimize ve özgün deneyimimizi üreterek aşmamız gerektiğini gösterdi, gösteriyor…
Her şeye rağmen, geç değil.
Canlarımızı yitirdik, daha fazlasını yitirmeyelim…
Tolga Şirin kimdir? Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |