Dünyadaki akademisyenler ve düşünürler; Koronavirüs sonrası, şu an yıkıldığına şahitlik ettiğimiz düzenin yerine ne geleceğini tartışmaya başladı. Bugün popülizme karşı söylemlerin, hareketlerin veya partilerin popülizm olmadan nasıl devam edecekleri en merak edilen konulardan biri. Özellikle kriz zamanlarında daha da görünür olduğuna alışkın olduğumuz bir dilden bahsediyoruz. Dolayısıyla birlikte deneyimlediğimiz bu süreçte karşılaşmak adeta imkânsız halde.
Dünya siyasetini etkili bir şekilde çevreleyen popülist söylem ve performans beraberinde farklı tepkileri ve bu tepkilerden kaynaklı sonuçları getiriyor. Popülizmin ne olduğu tartışılırken 2004 yılındaki makalesinde yaptığı tanımla birlikte akla ilk gelen isimlerden Cas Mudde; Guardian'da yazdığı metinde Koronavirüs ile bazı popülist siyasetçilerin daha fazla güçleneceğini, bazılarının zayıflayacağını ve bazılarının da aynı kalacaklarını söylüyor. Bunun nedenini ise basit bir şekilde vurgulamakta: Tek bir popülizm yok.
Kimi görüşler ise yeni bir düzenin geleceğini öne çıkarmakta, bu yeni düzende daha işbirlikçi, dayanışmacı ve belki de popülistlerin yenilgi alması ihtimalinin olduğunu belirtebiliriz. Emin olduğumuz ise, Koronavirüs ile yeni bir belirsizliğin içinde olmamız, hatta küresel bir belirsizliği hep birlikte deneyimliyoruz; "başımıza ne gelecek, kendimizi ve sevdiklerimizi nasıl koruyacağız, başımıza bir şey geldiğinde ne yapacağız ve bu süreç ne kadar daha böyle devam edecek" gibi sorular gün geçtikçe küresel bir kalabalığı huzursuzlaştırmakta. Aslında Prof. Dr. Emre Erdoğan, "Korona Nesli ve Yarının Dünyası" başlıklı yazısında aktarıyor:
"Koronavirüs salgını 2000'lerden sonra içine düşmüş olduğumuz çok önemli bir duygusal hali, 'korku iklimini' yeniden canlandırdı".[1]
Tam da bu sebeple gün geçtikçe daha çok gelecekle ilgili cevap duyma ihtiyacı hissetmekteyiz. Bu ihtiyaç iyi ve umut içeren cevaplarla ilgili. Kriz anlarında halkın mağduriyetini ileten ve hatta kitleyle birlikte aynı mağduriyeti yaşadığını belirterek, krizin nedenlerini (ve genelde suçluları) aktaran popülist liderler kalabalıkları iyi hissettirmeye çalışır; tepkilerini halk adına gösterirler, basitçe nedenleri (seçilen suçlular ve günah keçileri ile birlikte) ortaya koyarak kendilerinin "kurtarıcı" olarak neler yaptıklarını vurgularlar.
ABD başkanı Donald Trump ile ilk günlerde bu örneği görmeye başladık, Twitter hesabında sınırları inşa etmenin kendi halkı için doğru bir sorumluluk olduğunu olumlu yüceltmeyle sundu. Oysa 1-2 hafta içinde Trump'ın popülist söylemi, ülkesini New York gibi büyük -önemli şehirler dahil bir sağlık felaketiyle karşı karşıya bıraktı. Ne yazık ki ortaya çıkan sadece bir popülistin başarısızlığı değil, yönettiği ülkedeki insanlara yaşattığı felaketti. Fakat bir yandan da liderlerin kontrolünden çıkan ve kendilerinin de direkt olarak etkilendiği bir süreç ve bu süreçte ülkelerin kapasitesi gözardı edilmemeli. Kısacası, biz bu süreç içerisinde bir yandan sınırları inşa eden, "biz-onlar" ayrılığını körükleyen ve karşı kamp için rekabet içerisinde küçümsemeyen bir anlayışı çerçeveleyen duruşları görürken, öte yandan işbirliğinin öne çıkartılarak yeni düzen arayışlarını sembolize eden söylemleri de izliyoruz.
Önceki gün New York Times'ta yayımlanan bir yazıda durum şöyle tarif ediliyordu. Macaristan'da Orban artık kararnameyle ülke yönetebilecek. Britanya'da bakanlara insanları gözaltına alma ve sınırları kapatma yetkisi verildi. İsrail Başbakanı mahkemeleri kapattı ve halkı 'özel hayat' demeden gözlemeye başladı. Şili'de bir zamanlar protestocuların doldurduğu meydanlarda şimdi polisler bekliyor. New York Times makalesinde gördüğümüz gerçeklik ise kimi liderlerin durumu fırsat bilip, ek güçler kazanmaya çalıştığı. Krizlerin fırsata dönüştürülerek liderlerin konumlarını güçlendirme isteği karşımıza çıkan. Ülke liderlerinin kim oldukları, ülkelerin bu liderlerle nasıl yönetildikleri ve ülkelerin gerçekteki kapasitelerinin ne oldukları ileriki dönemde önümüzü daha iyi aydınlatacaktır. Fakat bazıları Mudde'nin dediği gibi değişmeme taraftarı gibi.
Şimdi Türkiye'ye bakalım. Ekonomiden sağlık yatırımlarına her alanda güçlü bir ülke yarattığını savunan bir iktidar vardı. Geçmişteki konuşmalarını hatırlayabiliriz; kaç hastane inşa edildiği, kaç yatak kapasitesi yaratıldığı, teknolojinin nasıl kullanıldığı, ekonomide yardımların nasıl arttırıldığı, özetleyecek olursak, halkın daha iyi olanaklara sahip olması için ne gibi hizmetler verildiği defalarca anlatıldı. İktidarın "karşı kampındakilerle" karşılaştırmalar yapılarak "biz'in" halka hizmetle bir tutulduğu yansıtıldı, "karşı kampın" ise "halkı ve ülkeyi tarih boyunca kurtaramadığını ve kurtaramayacağını" dinledik.
Peki sonra? Ve peki bugünlerde? Öncelikle sağlık sistemindeki özel sektörün yaygınlığının sosyal devlet yapısına nasıl bir risk oluşturduğunu gördük. Ardından açıklanan verilerin güvenirliği, alınan önlemlerin yeterliliği tartışılmaya başlandı. Kimi ülkelerin test üretim ve onay süreçlerine 2 ay önce başladığını ve bu ülkelere göre bizim geç kaldığımızı öğrendik. Ön saflarda mücadele eden sağlıkçılara yeterince ve zamanında koruyucu malzeme temin edemediğimiz ortaya çıktı. Aksi iddiaları her gün açıklanan saatte farklı şekillerde duyduysak da başta sağlık emekçileri pek çok kaynaktan, son günlerde de neredeyse tek güvenilir haber kaynağı hale gelen sosyal medyada eksiklerin ne olduğunu görür hale geldik. Kimi iktidara yakın isimlerin kimsenin erişemediği testle aile arasında şakalaştığını gördük. Herhangi bir kaynağa ulaşmakta zorluk çeken vatandaşlara bu şakalaşmaların elbet hiçbir yararı olmadı. En önemlisi, böyle acil bir durumda salgına önceden hazır olmadığımızı salgının sürüklediği ortama göre önlem almaya çalıştığımız görüldü. Sağlıkta her geçen gün hayal kırıklığı büyüdü.
Ekonomide Cumhurbaşkanı'nın ilk açtığı paket iktidarları boyunca olduğu gibi sermayeden yana idi. Çalışan ve işsizler düşünülmemişti. Sağlığını koruma hakkı-özgürlüğü gözardı edilerek, parası olana "evde kal" denilirken, çalışmak zorunda olan vatandaşlardan "mesaiden eve, evden mesaiye" gitmeleri beklendi. Ama mesai ve ev arası vatandaşın nasıl gittiği gündeme gelmedi. İkinci "paket" pek çok ülkenin aksine vatandaşı destekleyen değil, vatandaştan destek bekleyen şekilde çıktı. Bu ülkede çok değil, birkaç ay önce insanların kendilerini yakmalarına veya siyanür ile intihar etmelerine şahit olmuşken... Faturaların katlanarak arttığı bir dönemde çalıştığı günlerde bile geçinemeyen ailelerden çalışamadıkları zamanlarda devlete yardım etmesi talep edildi. Buna itiraz eden ya da eleştiren "hedefe" kondu, hatta düzeni eleştiren tır şoförü gibi gözaltına alındı. Ekonomide de giderek artan işsizlikten yüksek dış borca, enflasyon rakamlarından büyüme oranlarına kendini hissettiren kriz hali virüsün getirdiği ekonomik kayba karşı bağış çağrısıyıla artık "güç" söyleminden çok uzağa düştü.
Virüsün sağlığı ve ekonomiyi bu denli tehdit ettiği bir süreçte yardımın bile "biz-onlar"ı tartışılıyor. Nüfusun üçte birinin yaşadığı üç büyükşehirdeki belediyelerin yardım toplama faaliyetleri kısıtlanmaya çalışılıyor. Hem de 31 Mart gibi ilginç bir günde. İçişleri Bakanlığı bir genelge ile bunu engelliyor. Oysa hukukçular da şunun altını çiziyor ki, belediye kanunları belediyelere bağış toplama konusunda özel yetki verir. Ve genelge kanunun üstünde değildir.
Dünyanın ne yönde değişeceğine dair öncü sayılabilecek ve bir senaryoyu ortaya koyabilecek veri kasım ayında seçimlerin yapılacağı ABD'den geldi. Demokratlar'ın adayı olacağına, Bernie Sanders ile arasındaki delege farkını açarak neredeyse kesin gözüyle bakılan Joe Biden'ın ABD'nin mevcut başkanı Trump'ın 6 puan önünde gözüktüğüne dair anket sonuçları geldi. Reuters-İpsos anketinin sonuçları Koronavirüs öncesi seçilme şansı olduğu bilinen Trump'ın özellikle kriz ile başa çıkamaması, başta ciddiye almaması gibi muhtemel argümanlarla şansının azalabileceğini gösterdi. Popülizm deyince ilk akla gelen isimlerden Trump'ın kasım ayına kadar şapkadan yeni tavşan çıkarma şansı elbette var. Ne de olsa bu tür liderlerin krizleri araçsallaştırdığı ve kendileri için halka ulaşabilecekleri bir dil üretebildikleri bir gerçek. Ama görünen o ki popülist liderlerin işi önümüzdeki dönem çok kolay olmayacak.
Bugünler geçtiğinde belki de küresel anlamdaki en büyük başarısızlığın evlerini terk etmek zorunda kalan mülteciler için yaşandığı görülecek. Hijyenden ve bağışıklığın güçlü olmasından bahsederken bunu gerçekleştirebilecek ortamı veya imkânları olmayan insanlar üzerinden bu başarısızlık zaten dengeleri bozuk dünya düzeninin daha da büyük bir acısı olarak hafızalardan hiç silinmeyecek. Siyasetin kazananı çıkmak için insan hayatını sınırlarda önemsiz kılarken unutulmaması gereken bir konu da bu. Dünya ve Türkiye önümüzdeki süreçte iklim krizinden olası yeni salgınlara karşı bugün konuştuğumuz günlük siyasetin çok ötesinde bir gündemle karşı karşıya kalacak. Yeni gündem yeni toplum düzenini, yeni toplum düzeni yeni siyaseti şekilleyecek. Benim beklentim, ama en çok umudum daha dayanışmacı ve daha demokratik düzenlerin oluşacağı yönünde.
[1] Detay için lütfen bakınız: https://www.perspektif.online/tr/toplum/korona-nesli-ve-yarinin-dunyasi.html
Dr. Tuğçe Erçetin, siyaset bilimi