Herkesin ağzında bir 'normalleşme zamanı' laflarıdır gidiyor…
"Bir ara muhakak normalleşilecek canım..."
Elbette 'işler olduğu gibi yürüsün' derdinde olanlar ve en önemlisi de iktidarın tek dileği bu.
Bir an önce, tıpkı diğer felaketlerde olduğu gibi unutup olan biteni normalleştirmemiz.
"Allah'ın işi" dememiz...
"Kader" dememiz...
"Takdirat" dememiz...
Ve üzerine koca bir bardak su içmemiz!
Oysa biz bu defa tam tersinin doğru olduğunu biliyoruz.
Bugüne kadar başımıza gelenlerin tekmilinin tek bir ortak sorumlusu vardı bana göre; hızla normalleştirmek!
Dünya üzerinde yaşadığı olumsuzlukları, haksızlıkları, acıları; elinde sorumluları değiştirme, hesap sorma hakkı ve gücü bulunmasına rağmen, bunu yapmak yerine meseleyi hızla halı altına süpürebilen bir başka topluma daha zor rastlanır.
Faşizmin güçlenmesine, hastalığın hızla ülkeyi kemirmesine, zulmün-talanın, terbiyesizliğin-hadsizliğin, sahtekârlığın, illegal işlerin, gariban vatandaşı azarlamanın, göçükten bile kendi çıkmış, devletten bir hayır görmemişlere "sessizlik olacak" emri vermelerin, her şeyini kaybetmiş insanların avucuna sadaka sıkıştırmaların yaşanabilmesi için aranan birebir özellik!
Yalan değil...
Yediğimiz her fiskeyi normalleştirip diğer yanağımızı uzatmadık mı, uzattık!
Hatta öyle ki, "sırada uzaylıların gelip bizi köleleştirmesi kaldı" esprileri yaptık, sanki yaşamakta olduğumuz düzende köleleştirilmemişiz gibi!
Ekonomi bitik...
Sağlık sektörü bitik...
Barınma sorunu mu beslenme sorunu mu daha felaket durumda diye düşünüp insan hangisini öne koyacağını bilemiyor, durum o vaziyette!
Eğitim zaten yerle bir…
Yıllardır bizlerden 'deprem vergisi' niyetine aldıkları 'haraçlar' Hazine'de çarçur edilmiş mi, alakasız yerlere harcanmış mı, yenmiş mi, ceplere bir güzel indirilmiş mi; kim 'yok canım o kadar da değildir' diyebilir ki?
Ülkenin 10 ili paramparça, resmi açıklamalarda ölü sayısı 50 bin diyorlar, sen üzerine on binlerce daha eklesen kimsenin itiraz edemeyeceği bir ortam düşün, işte yaşanan o!
Kaç kişinin öldüğünü bile tam olarak bilemeyeceğin, insan olanı yediği yemekten, yattığın yataktan utandıracak kadar büyük bir acı yaşamaktayız.
Geçmişi, geleceği kaybolmuş yüzbinlerce insandan söz ediyoruz.
Hem insan deyip öyle kolayca kelimenin üzerinden geçip gitme!
Sensin, benim, sevdiklerimiz, evladımız, ailemiz, âşık olduğumuz, hayaller kurduğumuz, canımız-kanımız belki en yakın arkadaşımız…
Rengimiz, dokumuz, lezzetimiz, değerimiz, kıymetlimiz...
Geçmişimiz, geleceğimiz…
Hepsi ama hepsi orada o insanların arasında…
Biz bu yaşadıklarımızın hesabını kimden, kimlerden sormamız gerektiğini biliyoruz.
Elbette onlar da artık buradan faşizan manevralarla dönüşün zor olduğunu görüyor!
Bakın şimdi burası önemli...
Derin bir yastayız.
Ve 'yeni Türkiye'de ender yaşanacak bir şekilde bu derin yası her kesim, her ideoloji, her görüş aynı anda, ortak yaşıyor…
Yani, toplumun her kesimi kaynıyor.
Her kesim derken, iktidarın 'gözden çıkartmadıkları'ndan söz ediyorum elbette.
Yoksa sen ben göçük altında kalmışız, ölmüş-kalmış, hak aramışız filan bunlar onlar için beis değil!
Herkes konuşuyor şimdi.
Sadece sen ben değil, inan herkes.
Sanıyor musun tarikatlar, cemaatler konuşmuyor?
Sanıyor musun o çevrelerin kaybı yok?
Sanıyor musun onların bu süreçte ciğeri yanmadı!
Sen bakma, üçüncü gün bazı tarikat liderlerini göçükten çıkartması için sahaya özel ekipler yollandı ama yaşananın etkisini inan azaltamadı!
O 'helallik' isteme lafları boşuna değil ve elbette senden benden, Kürtten, Aleviden, mağdur vatandaştan da değil...
Bilfiil geleceğini pazarlıklarla bağladıklarından istendi...
Ama artık tamam!
Bu deprem belki de uzunca bir aradan sonra ilk defa bölünmekten paramparça olmuş bu toplumu acıyla olduğu kadar 'bunlar artık gitmeli' noktasında da uzlaştırdı.
Bakın evet bölen de onlardı ama hesaba katmadıkları, olmaz sandıkları şey yaşandı ve 'gelecek kaygısında ortaklaşıldı...'
Senin acını önemsemese bile kendi canını önemser, bu düzen devam ederse canından da olacağını anladı artık herkes!
Aman sakın sanılmasın; muhalefetin 20 yıl sonra elde edeceği bir başarı beklentisinde filan değilim.
Meral Akşener'in atacağı veya atmayacağı bir golün hesabında hiç değilim.
Sağ'da kalınırsa mı So'la kayılırsa mı iktidar değişir tartışmalarında filan zaten zinhar yokum…
Muhalefet HDP ile yan yana anılmaya cesaret edebilecek mi konusuna değinmiyorum bile!
Çünkü gitmelerini sağlayacak tek bir şeyin olduğuna inanıyorum; o da halkın bu yaşananları, yaşadıklarını 'normalleştirmemesi'dir!
O ölenlerin, ölüş biçimlerinin tanığı olan tüm ülkenin bu yaşananları hazmedememesine yenilecekler.
Kimsenin, hangi çıkar doğrultusunda olursa olsun, sıradakinin kendisi olmasını düşünmeyi kaldıramadığı için gidecekler.
O yüzden sen sen ol 'normalleşmelisin' diyene sakın ola kulak asma..
Aksine asla normalleşmemelisin!
Normalleşmeyi, normalleştirmeyi, olağanlaştırmayı, kadere boyun eğmeyi filan bir an bile aklından geçirme.
Çünkü inan geleceği ve nesilleri bu başarısız siyasetçiler, uyduruk siyasetler değil, senin soluduğun acıyı normalleştirmemen kurtaracak!
Bu 'beladan' kurtulmanın tek yolu normalleşmemek olacak!
Tuğçe Tatari kimdir? Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |