Daha önce bu sütunlarda kaleme aldığımız gibi, grubumuzda oynadığımız maçlarda kaybettiğimiz puanlar sonrası, Milli Takımımızın Euro 2016 Finallerine play off oynamadan, direkt gidebilmesi için adeta bir mucizeye ihtiyacımız vardı.
Bu mucizenin gerçekleşmesi, sadece bizim oynadığımız son İzlanda maçımız dahil, yedi maçın bizim istediğimiz sonuçlarla bitmesine bağlıydı. Birbirinden bağımsız bu yedi maçın, beklenen sonuçlarla bitmesi için de onbinde onsekizlik ihtimalin gerçekleşmesi gerekiyordu. Sonuçta bu mucize gerçekleşti ve biz Euro 2016 finalleri için Fransa’ya geldik. (Bu konuda detaylı bkz. ‘’Kaos Futbolu Her Zaman Şans Getirir mi?’’ http://futbolekonomi.com/index.php/haberler-makaleler/genel/122-tugrul-aksar/3733-kaos-futbolu-milli-takm-euro-2016tugrul-aksar-turul-akar.html)
‘’Kaos futboluyla’’ Fransa’ya geldik, ancak bu kez Fransa’da bambaşka bir oyun anlayışıyla milli takımımızı gördük. Ne sistematik bir oyun kurgusuna, ne stratejik hamle planlamasına sahip olmayan, ‘’Biz bitmeden, oyun bitmez’’ sloganının aksine, teslimiyetçiliğin ve vazgeçmişliğin esir aldığı, mücadelenin olmadığı farklı bir ulusal takım bulduk karşımızda. Nihayetinde de, grupta ilk iki maçımızı gol atamadan, yenilgilerle tamamladık.
Oysa, çoğu kişi milli takımımızdan çok ümitliydi. Turnuva öncesi nispeten bizim ayarımızda veya bizim altımızdaki takımlarla oynanan maçlardan olumlu sonuçlar aldık. Futbol medyası bu galibiyetleri köpürterek manşetlerine taşıyıp milli takıma ‘’gaz verdi.’’
Oynadığımız en önemli hazırlık maçında İngiltere karşısında doğru dürüst bir oyun ortaya koyamayıp mağlup olduğumuzda bile, milli takımın morali bozulmasın diye medya yenilgiyi adeta es geçti. İşte ‘’bu ahval ve şerait’’ içinde, futbol kamuoyu tarafından şişirilmiş, ‘’verilen gazlarla’’ hocasının ve oyuncularının egosu tavan yapmış bir milli takımı Fransa’ya uğurladık. Sonunda da, Hırvatlara ve İspanya’ya karşı mahkum bir oyun ve berbat bir futbolla, tek gol atamadan, sıfır puanla grupta sonuncu sıraya yerleştik.
Son maçımız Çek Cumhuriyeti ile…Ancak bu kez artık, ikinci bir mucizenin gerçekleşmeyeceğine inanıyorum. Bu nedenle, hiçbir ümit ve beklenti içinde olmadan, en iyi üçüncü dört takım arasına giremeyeceğimizi ve finallere çıkamayacağımızı düşünüyorum.
Son alınan yenilgiler sonrası milli takımın içindeki huzursuzluklar da bir bir ortaya çıkmaya başladı. Görünen odur ki, milli takım içinde takım uyumunu olumsuz etkileyen oyuncular, gruplaşanlar, birbiriyle konuşmayan, hocasına ‘’rest çeken’’ oyuncular var ve en önemlisi kendimizi dev aynasında görüp rakiplerimizi önemsememek var. Tüm bu anlayış ve davranışlar bütünü, takım içinde motivasyonu da alıp götürmüş. Bunlara ilaveten, tabi ki formsuz ve mental olarak turnuvaya hazır olmayan oyuncularımız da var. Doğal olarak, bu olumsuzlukların sahaya yansıması ise koşmamak, mücadele etmemek, vazgeçmek, teslim olmak gibi davranışsal olumsuzluk ile kötü futbol ve berbat sonuçlar olarak karşımıza çıkıyor.
Bu olumsuzlukların bilançosu ise, milli takımımızı 24 takım içerisinde 102 km ile en az koşan takım, en az pozisyona giren takım, en az ikili mücadele kazanan takım ve Arnvutluk, Ukrayna ile birlikte henüz puan alamamış üç takımdan birisi yapıyor.
Milli takımımız bu haldeyse, bunun tek sorumlusu da doğal olarak, milli takımı seçen, onu bu turnuvaya hazırlayan Milli Takımlar Sportif Direktörü Fatih Terim…
Bir zamanlar ‘’Ben ders almam, ders veririm’’ diyen bir takım hocasından peki, üst düzey bir ekip yaratmasını bekleyebilir miyiz? Biliyoruz ki, tamamıyla bir ekip oyunu olan futbolda liderlik karmaşık bir iştir. Çünkü, taktiksel anlamda modern futbol sürekli değişim içindeyken, fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak, takımdan ve oyunculardan hiç olmadığı kadar çok şey talep eder.
Üst düzey profesyoneller ve teknik adamlar, tek başlarına bir şey yapamazlar. Bu bağlamda, teknik adamlar için günlük futbol yaşamı, büyük bir savaş gibidir. Tüm kuvvetler size karşı birleşmiştir. Rakibin taktikleri, medyanın yarattığı zorluklar, toplumun beklentisi, disiplin sorunları, yoğun maç fikstürü, belirsizlik, endişe, sakatlıklar, yorgunluk ve formsuzluklar…Tüm bunlara karşı neden Fatih Terim tek başına mücadele etmeyi dener ki?
Yukarıda dile getirdiğimiz konular, mükemmel bir takım ve yüksek bir performans yaratabilmek için teknik adamın da iyi bir teknik ekibe sahip olmasını ve daha da önemlisi ekip olmalarını beraberinde getiriyor. Şüphesiz ki, Fatih Terim de bunları bilen bir hocadır ama ben maç esnasında bir kez olsun bile, herhangi bir taktiksel ve stratejik hamleye yönelik olarak yardımcıları Abdullah Ercan ve Vedat İnceefe ile bir fikir alış verişinde olduğunu görmedim. Oysa, izlediğimiz diğer maçlardaki teknik adamların ekipleriyle sürekli iletişim içinde olduklarını ekran başından gördük.
Yüksek performanslı bir ekip yaratabilmenin yolu, teknik ve taktik anlamda çok iyi bir hocaya sahip olmayı zorunlu kılıyor ama bu tek başına yetmiyor. Carlo Ancelotti’ye göre: ‘’Büyük liderler, onları ikinci plana itebilecek kişileri yanlarında bulundurmaktan endişe duymaz, hatta bunun tam tersi geçerlidir.’’ [1] İngiliz futbolunun efsane oyuncusu Kevin Keagan ise, ‘’Benim güçlü olmadığım alanda uzmanlık ararım. Örneğin, nereye gidersem gideyim, yanıma mutlaka bir savunma antrenörü alırım. Çünkü, ben bir forvetim ve nasıl gol atılacağını, nasıl gol yaratılacağını bilirim ama hiçbir zaman savunmada oynamadığımdan, bir savunmacının bakış açısına sahip değilim.’’ [2]
Şüphesiz ki, Fatih Terim ekibiyle görüşüyor ve fikir alış verişi yapıyordur ama takımındaki teknik ekibin bu konuda Fatih Terim’e ne ölçüde katkı sağladığı/sağlayacağı ise soru işareti…Ama bu teknik ekibi oluşturan da Fatih hocanın kendisi…
Fatih hoca takımın tek sorumlusu ve tek seçicisi. Doğal olarak, takımın aldığı/alacağı tüm sonuçların sorumluluğu da kendisine ait.
Gördüğüm o ki, Fatih Terim’in İspanya yenilgisi sonrası basın toplantısında ekranlarda dile getirdiği misyon ve oyun felsefesiyle ilgili vizyonuyla, oyuncularının misyon ve vizyonları arasında bir fark olduğu su yüzüne çıktı. Milli takımın amaçlarını gerçeğe dönüştürmek için hoca kafasındaki gerekli oyun anlayışını oluşturan ve kendi karakterinin bir parçası olarak gördüğü ve başarıya ulaşabilmek için takımın gereksinim duyduğu ‘’vazgeçmeme’’, ‘’asla bırakmama ve yenilgiyi kabullenmeme’’ ile 2008’deki ‘’geri dönüş azmi ile mücadele istek ve enerjisi’’ gibi davranış ve mantaliteyi oyuncularına aktaramamış. Yani, anlayacağınız Hoca’nın düşünce, misyon ve vizyonunu takıma aktarmasına olanak sağlayacak olan Hoca ile takım arasındaki ‘’volan kayışları’’ boşa dönmüş.
Kısacası, takımdaki mental yorgunluk, metal yorgunluğuna dönüşmüş durumda.
Bu durumda sonuç mu? Sonuç ortada değil mi? Henüz puan alamamış ve gol atamamış, sıfır çekmiş bir takım performansı ile karşı karşıyayız.
Bundan sonra ne yapılmalı? Ne yapılacağını en iyi hoca biliyor. Bizim ders vermek haddimize mi düşmüş!
[1] The Manager, Mike Carson, The Second Edition, Page, 97-102, England 2013
[2] A.g.e., sh. 102