Gördüğüm rüyayı ve ardından olanları önce Cem’e sonra da Doğan’a anlattım. Her ikisi de yazmamı söyledi. Rüya kısa ve basit bir rüyaydı. Yazlık beyaz elbisesi içinde güzel bir esmer kadın bana kartvizit benzeri küçük bir kâğıt veriyordu. Kâğıtta hem kadın hem erkek için kullanılabilecek bir isim vardı. (İsmi hatırlayamıyorum ama bir şekilde rüyalara özgü o kesinlikle bunun böyle olduğunu anlıyorum. Kamuran ya da İsmet gibi bir isim olabilir.) İsmin altında üstteki satırı ortalayacak şekilde “Müsteşrik” yazıyor. Sonra kadın dönüp camlı bir dolaba doğru yürüyor. Bu camlı dolap hem bir kitaplık hem de bazı raflarında kadehler olan bir vitrinmiş. Kadın orta raflardan bir kitap çekip alıyor ve ardından bir kadehe uzanıyor. Kitap hayli kalın bir kitap. Rüyada mı vardı, sonradan mı ekledim tam emin değilim ama kapağında “Hatıralar” yazıyor. Bu kadar.
Uyanıp elimi yüzümü yıkarken rüya gördüğümü ayırt ediyorum. Görüntüler gözümün önüne geliyor. “Müsteşrik” ne demekti diye kendi kendime soruyorum. Ama şaşırarak anlıyorum ki rüyamda görmüş olmama karşın sözcüğün anlamını çıkaramıyorum. Buna gülüyorum ve hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Gün akşama doğru devrilirken rüya yeniden aklıma geliyor. Sözcüğü hala çözemiyorum. Çağrışımlarımı bozar endişesiyle sözlüğe bakmaktan kaçınıyorum, ama hatırlayamadığım için de giderek geriliyorum ve sabrım tükeniyor. Aklıma birçok başka sözcük geliyor, olmadık birçok şey hatırlıyorum ama nafile, sözcükle ilgili yeni bir şey bulamıyorum.
Rüyadaki kadının hali tavrıyla sözcük arasında bir kopukluk var gibiydi. Kadın canlı, taze ve coşkulu iken sözcük sanki kurumuş ve fersudeleşmişti. (Bu son sözcüğü Çapa’daki uzmanlık eğitimim sırasında Prof. Dr. Kayıhan Aydoğmuş’tan duymuştum. Elimde gördüğü eski, yıpranmış bir hasta dosyası için kullanmıştı, sözcüğü hemen not etmiştim. Çağrışım gayretim sırasında başka pek çok şey gibi aklıma geldi. Kullandım gitti o halde.) Kartvizitteki ismin hem kadın hem erkek ismi olması nedendi acaba?
Tüm merakıma karşın tam bir buçuk gün boyunca sözcüğün anlamına bakmak için herhangi bir kaynağa başvurmadım. İlişkili olabilecek sözcükleri düşünerek rüyanın içine yerleşmeye çalıştım. Aklıma gelen sözcükler iştirak, teşrik, teşrikimesai, şirk, müşrik, müşterek gibi sözcüklerdi. Ama sözcüğü bunların yanına yerleştirmekte de zorlandım. Sonunda inadımdan vazgeçmek zorunda hissettim. Çünkü rüyanın başka tarafları olsa da bir şekilde zihnim hep bu sözcük etrafında dolaşıyordu. Zaten fıtratımın amir hükmü gereği sözcüklere takılmadan edemiyordum, hele böyle bir durumda burayı geçmeden ilerleyemeyeceğim belliydi. Başlangıçta mademki rüyamda gördüm, anlamını muhakkak hatırlarım diye düşünüyordum. Hangi yolla, hangi çağrışımla aklıma geleceğini merak ediyordum. Ama bir buçuk gün boyunca tam yakalayacakmış gibi olup bir türlü anlamına ulaşamayınca pes ettim.
Sözlüğe bakınca anladım ki yanlış iz üzerindeymişim. Sözcüğün kökünü yanlış yerde varsaymışım, benim bulduğum sözcükler birbirleriyle ilişkiliydi ama iki kök arasında hareke farkı vardı. “Müsteşrik” şarkiyatçı, doğu bilimci demekti. Sözcüğü hatırladım, yanlış iz sürmesem çıkarabilirmişim de. Ama sözcük için aradığım karşılık sanki bu değildi, belirgin bir hayal kırıklığı hissettim. Yine de zihnimi serbest bırakıp aklıma gelenleri yoklamaya çalıştım. Oryantalist de eş anlamlı sözcüklerden birisi, oradan aklıma oryantal geldi. Kadının kitaplığa doğru dans eder gibi gidip gitmediğini düşündüm, hayır hareketleri vurgulu ve edalı olsa da dansla, hele oryantal dansla ilgisi yoktu. Şimdi belki rüyanın kalan kısımlarına doğru yönelebilirdim. Kalın bir cilt halindeki Hatıralar kitabını düşünmeye çalıştım. Hangi şarkiyatçının hatıralarını okumuş olabilirim diye hafızamı yokladım.
Sevgili okur yazı boyunca iki kez, birisi burada biri de sonlarda olmak üzere birlikte yürümeye devam etsek de gözlerini bağlamam gerekecek. Buralarda yazıda hafif atlamalar varmış gibi olacak.
Böylelikle çağrışımlar, düşünmeler, dalıp gitmeler, düşlemler üzerinden ilerleyerek hayli şahsi ruhsal malzemeyle de hemhal olduktan sonra şuraya vardım: Vaktiyle Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanında okuduğum bir pasaj vardı. Romanın Yıkılış adlı 59. Bölümünde imtiyaz sahibi olduğu Altınışık dergisini yaşlı Türkçü Profesör Gıyasettin Kağan’ın yardımıyla çıkarmak isteyen Muhittin onu Üsküdar’daki evinde ziyaret eder. Aralarında tuhaf bir diyalog gelişir, ikisi de aslında tümüyle kendileriyle meşguldür. Muhittin dergide artık Mahir Altaylı ve ekibiyle birlikte çalışmak istemediğini söyler. Gıyasettin Kağan başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü bilmeye fazlasıyla aç bir halde Muhittin’den bir şeyler öğrenmeye çalışır. Az sonra konuyla ilgisiz bir şekilde Muhittin’e önündeki gazeteyi işaret ederek şöyle der:
“Freud ölmüş! Ne düşünüyorsunuz. Hiç okudunuz mu? Nasıl buluyorsunuz onu?” Ardından bölüm şöyle devam eder:
Muhittin zeki bulunmak ile inançlı bulunmak arasında bir karara varamadı: “Okudum!”
Gıyasettin Bey düşünceli bir tavır takındı, gülümsedi: “Kendisini bir tesadüf eseri Viyana’da tanımıştım. Şarkiyat seminerine yakın olsun diye Bergasse, 9’da bir oda tutmuştum. Aşağıda bir enstitü olduğunu biliyordum, ama nedir bilmiyordum! Bir akşam ev sahibi kadın, profesörün beni istediğini söyledi. Adam Freud’muş. Enstitüde hassas âletler olduğunu, mümkünse evde terlikle gezmemi söyledi. Ben de bir kitabını okumuş, beğenmemiştim. Ona altı-yedi yaşındaki bir kızın babasına şehvetle bakmasının, erkek çocuğun annesine şehvetle bakmasının Türkler için geçerli olmadığını söyledim. Bana güldü.”
Yaşlı Türkçü birden Muhittin’i suçüstü yakalamak istiyormuş gibi soruverdi: “Siz onun felsefesini nasıl buluyorsunuz?” “Bazı bakımlardan doğru buluyorum...” dedi Muhittin. “İşte, işte!” dedi Gıyasettin Kağan. “Sizin bir Türkçü olabileceğinizi sanmıyorum! Zaten biliyordum!”
Aynıyla böyle: Adam Freud’muş. Romanın bu bölümü o zamanlar hayli toy bir romancı olan Orhan Pamuk’un biraz dağınık bir pasajı olarak okunabilirse de işin aslı öyle değildir. Romanda Gıyasettin Kağan olarak anılan kişi Ahmet Zeki Velidi Togan’ın ta kendisidir. Zeki Velidi Togan için Gıyasettin Kağan güzel bir uydurma isim olmuş. Herhalde bir Türkçü Profesör için isim uydurmam gerekse ilk aklıma gelenler İzzettin, Gıyasettin, Alaattin gibi Selçuklu Hakanlarının isimlerinden olurdu. Soyadı olarak Kağan da gayet uygun Türkçü profesörümüze.
Togan, “Hatıralar” (evet sevgili okur, seninle birlikte ben de fark ediyorum ki rüyadaki Hatıralar bu kitap olabilir) adlı kitabında 13. Bölüm olan Annemin Bir Şiiri ve Freud başlıklı bölümde, bu olayı elifi elifine böyle anlatır. Olayı bir de hatırattan nakledelim:
“1935 senesinde Viyana’da tahsilde iken Şarkiyat Seminerine (ve evet sevgili okur, yine seninle birlikte ben de fark ediyorum ki, rüyadaki şarkiyat bahsiyle bu ilişkili olabilir) ve Prof. Strzygowski’nin san’at Tarihi Enstitüsüne yakın olsun diye Berggasse N.9’da bir oda tutmuştum. Benim bulunduğum katın altında bir enstitü bulunduğunun farkında değildim. Bir gün ev sahibi olan kadın: “Bizim altımızdaki katta oturanlar geceleyin çok sert yürüdüğünüzden şikâyet ediyorlar, terlikle yürüseniz olmaz mı” dedi. Ben de pekiyi dedim, ama her gün bunu unutuyordum ve bu tembih tekrarlanıyordu. Bir akşam ev sahibi kadın: “Sizi profesör istiyor” dedi. Bu zat kendisinin Dr. Freud olduğunu, enstitüsünde bazı hassas aletler bulunduğunu söyledi; bu yüzden odamda mümkünse terlikle gezmemi çok rica etti. Ben Freud’u hiç görmemiştim; yalnız Suriyeli bir Ermeni talebe bu Freud’un yanında çalışıyormuş; o bana bu zatın bazı kitaplarını vermişti, kimisini okumuştum ve felsefesini hiç de beğenmemiştim. Ben de Freud’a “Ben Asya bozkırlarından gelen birisiyim, acaba ayaklarımı bu şartlara uydurabilir miyim” dedim. Freud beni odasına davet etti ve orada daha altı-yedi yaşındaki bir kız çocuğun babasına şehvet nazarıyla baktığına dair yazdıklarının Başkurt ve Kazaklar için varit olmadığını kendisine söyleyerek annemin öteki şiirini ona tercüme ettim ve bu şiirde mührümü bozgan (bozdun) sözü ile cinsi bir mevzua temas edildiğine ancak Dr. Freud’un risalelerini okuduktan sonra intikal ettiğimi söyledim. Ben onunla bundan sonra da birkaç defa görüştüm. O zaman Arap seyyahı İbn Fadlan’ın eski Oğuzlarda cinsi münasebet anlayışının diğer İslamlardan ve Araplardan tamamen farklı olduğunu belirten yazılarını tahlil etmiş ve bunu Herodot’un eski Skitlerde cinsi münasebete ait kayıtları ile karşılaştırmıştım. İkinci görüşmemizde bunları Dr. Freud’a anlattım. Hatta ben ona “Siz bir mühim ve enteresan ilim olan psiko-analizi bu broşürlerinizdeki felsefenize çevirmekle ancak yazdıkları romanlarda kız kardeşlerini çıplak hallerinde anahtar deliğinden seyrettiklerini utanmadan hikâye eden ‘pervers’ (sapık)lara okunacak eserler vermiş oluyorsunuz” dedim. Bu sözlerime hiç de kızmadı. O benimle bu mevzuda çok konuşmak istiyordu, fakat ben Avusturya’dan Almanya’ya geçtiğimden görüşmek mümkün olmadı.”
Görüldüğü üzere Pamuk’un romanındaki Prof. Gıyasettin Kağan karakterinin sözleri hemen hemen aynısıyla Velidi Togan’ın hatıratından alınmış. Hatta ilginç bir not olarak belirtilebilir ki, hatırattaki bir yanlışlık da romana aynı şekilde geçmiştir. Şimdilerde Freud müzesi haline dönüşmüş olan bu evin adresi psikanaliz tarihindeki öneminden dolayı konuyla yakından ilgilenenlerin ezbere bildiği bir adrestir. Tıpkı Londra’daki Başbakanlık Konutunun adresinin (Downing Street, 10) başbakan ya da başbakanlık yerine kullanılabilmesi gibi Freud’un kendisi veya çalışmaları da mecaz-ı mürsel yapılarak Berggasse 19 diye anılabilir. Togan hatıratında evin numarasını yanlış hatırlayıp 9 diyor, romanda da hatırattaki gibi evin numarası yanlış yazılmış. İnsan bunu okuyunca Psikanaliz Enstitüsünde yukarı kattaki birinin dolaşmalarından etkilenebilecek hangi hassas aletler olabileceğini merak ediyor, ama hatırattan bu anlaşılmıyor. Muhtemelen Freud odasında analiz yaparken yukarıda takunyayla dolaşan birinin yaptığı gürültü rahatsız edici olmuştur. Bu takunya işini de uydurdum ama terlikle dolaşmasının rica edilmesi olsa olsa bundandır veya belki de sert ökçeli ayakkabı türü bir başka şey giyiyordur. Hatıratta ve başka yerlerde bu konuda bir açıklık yok.
Bu noktada Zeki Velidi Togan’ı niye okumuştun diye sorulabilir, hatta devam etmemiz için sormamız gerek. Onun öyküsünü de yine Hatıralar’dan bir alıntıyla cevaplayayım. Kitabın 148. Bölümünden:
“Bu kongre sonunda Lenin beni çağırdı. Meğerki Hindistan ahrarından (hürriyet taraftarlarından) Mahendra Pratap isminde birisinin yazıları hakkında konuşacakmış. Bu zat da Güney ve Orta Asya mesellerini gayrimüslim Hintliler bakımından tahlil ederek Sovyetlerin bu sahada neler yapmaları gerektiğini yazmış. Bu yazıdan bana Trostkiy de bahsetmişti.(…) Lenin’le görüşmemden bir iki ay önce bu zat (Pratap) beni Moskova’daki Başkurdistan mümessilliğinde arayıp bulmuş ve birçok mesele üzerinde konuşmuştu. (…) Konuşurken Lenin’e dedim ki Afganlılar Quetta’dan Kandahar üzerinden Rus hududundaki Kuşka’ya kadar demiryolu yapmak imtiyazını İngilizlere vereceklermiş. Bunda Rusya bakımından mahzur yok mu? Her halde Afganistan’da bu demiryolunun geçeceği mıntıkalar, siyasi ve kültürel bakımdan İngiliz ve Hint tesirine girecek” dedim. Lenin irticalen ve tereddütsüz “Girse ne olacak, onlar oraya kapitalizmi sokacaklar, fakat bu yolla Afganistan’da demiryolu proletaryası vücuda gelecektir. Proletariyat da nasıl olsa bizim olacak, kapitalistler kendi lokomotiflerine kömür taşımazlar dedi.”
Togan “çok samimi ve tatlı geçen bu sohbetlerimiz” diye söz ediyor Lenin’le görüşmelerinden. Ama kısa bir süre sonra bu kez bir başka görüşmenin ardından Lenin’le ilk samimiyetsiz konuşmamız oldu bu diye düşünecektir.
Gelgelelim Togan’ın konuştuğu yalnızca Lenin değildir. Devam edelim, örneğin 152. Bölüm “Trotskiy ile Konuşmalar” başlığını taşır. Togan Troçki’yi çok enerjik ve çok teşkilatçı bir zat olarak tanımlar. Troçki Togan’a Stalin’le mücadeleleri hakkında bir şeyler anlatır. Yine Sovyet Devriminin önemli simalarından Zinovyev’in de kendisine Stalin’le ilgili hususları Petrograd’da iken anlattığını nakleder. Ayrıca hatıralarının 131. Bölümünde de General Frunze ile görüşmelerinden söz eder. Frunze Sovyet ordusunun en önemli generallerinden birisidir ve Türkiye’de de iyi tanınmaktadır. General Frunze 1922’de Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Sovyetlerden 1.1 milyon altın rubleyi bizzat getirmiş, ayrıca birçok önemli konuda anlaşmaları yürütmüştür. Taksim Meydanındaki Cumhuriyet anıtında bir diğer Sovyet generali Voroşilov’la birlikte heykeli yer almaktadır.
Peki, Freud’la şöyle konuştuk, Lenin’le böyle samimiydik, Trotskiy geldi anlattı, Frunze şunu dedi, Zinovyev bana şundan yakınmıştı, Stalin’le şunu konuştum, Gorki’yle şu vakitte Sbornik neşriyatı için beraber çalıştım diyen Zeki Velidi Togan ya da oralarda bilindiği adıyla Zeki Validov kimdir?
Konuya girişimizle bir bağlantı olsun diye kitabından bir cümle daha aktaralım, sonra devam edelim. Böylelikle nereden yola çıktığımızı ve ne yapmaya çalıştığımızı unutmadığımız belli olsun: “1915-1916 yılında Petersburg’daki hayatımda siyasi işlerle uğraşmakla beraber Rus müsteşriklerinden tanıdıklarımla temaslarımı da devam ettirdim.”
Ben Togan’la Lenin’in bir biyografisini okurken karşılaşmış, kendisinden böylelikle haberdar olmuştum. Bir de çok dikkat çekici bir figür olan Müslüman komünist Sultan Galiyev (ben bu adla biliyorum ama Togan’ın kitabında Sultangaliyev, Sultanaliyev, Mir Seyit Sultanaliyev gibi değişik yazımların hepsi birden kullanılıyor) hakkında okurken adı geçmişti. Sultan Galiyev 1892 yılında Başkurdistan’da doğmuştu. İslam ansiklopedisine göre adı Mir Said Sultan Alioğlu idi. Galiyev hem Türkçü - Turancı, hem Müslüman hem de Marksist/komünist kimliğiyle değişik kesimden insanları etkileyen, herkesin kendine göre yorumladığı bir eylemci ve düşünürdü.
Zeki Velidi Togan ile aynı yer ve zamanda doğup yaşamasına ve ikisinin de adı Türkçü-Turancı-İslamcı çevrelerde geçmesine karşın muhtemelen birbirlerinden hayli farklı insanlardı. Togan’ın hatıratında bu kadar çok isim geçmesine ve birçok kişiyle yakınlıklarından bahsetmesine karşın Sultan Galiyev’le beklendiği kadar yakın oldukları izlenimi edinmedim. Benim anlayabildiğim kadarıyla benzer çevrelerde birlikte çalıştıkları olduysa da (örneğin 1920’de Turan Federe Sosyalist Devleti oluşturmayı amaçlayan bir dernek kurmuşlardı) Galiyev komünizme inanıyordu. Togan ise 1925’ten sonraki çizgisinin daha iyi gösterdiği gibi Sovyet sosyalizmine bir yakınlık duymuyordu. Sultan Galiyev etnik ve dinsel kökeni ve belki bunlara bağlı olarak siyasi yorumları farklı olsa da temelde Marksist idi.
Oysa Togan’ın düşünce dünyası, zihninin işleyişi Galiyev’den farklıydı. Hatıralar’da bana Togan’ın düşünüş şeklini anlamak bakımından temsil değeri yüksek gibi görünen bir örnek var. Bir yerde Lenin’in devrime adanmışlığıyla ilgili olarak Ukrayna Sovyet hükümeti Reisi Petrovskiy ile konuşurken ona “şaka kabilinden” sormuş:
“Lenin’e bu akşam annenle nikâhlanırsan yarın cihan inkılabı olacaktır denilse acaba bunu yapar mı idi? Petrovskiy hiç tereddütsüz dedi ki: “Elbette yapardı. Lenin bu gibi işlere ancak taktik noktasından bakar, mesela o halk arasında şayia çıkıp halkın efkârını bizden çevirmez mi diye düşünür. Yoksa bu gibi meselelere bakışı din açısından olmadığı gibi ahlak ve gelenek ile hudutlanmış değildir. Onda ahlak proletaryanın sınıf mücadelesi ihtiyaçlarına tabi kalıyor.”
Eğer Freud bir otuz küsur yıl daha yaşayıp Togan’ın hatıratında bunları okusaydı, bu “şaka yollu” sorudaki mahut içeriği görür ve herhalde dudaklarına müstehzi bir gülümseme yerleştirirdi. Tıpkı benim şimdi bunları yazarken yaptığım gibi.
Bu temsil değeri yüksek anekdottan dolayı olağanüstü renkli hayatına, serüven dolu yaşamına, görkemli bilimsel ve siyasi kariyerine, eserlerine, Arapça, Farsça, Türkçe, Rusça, Almanca gibi birçok dile mükemmel hâkimiyetine karşın Zeki Velidi Togan’ın ne Lenin’i ne de Freud’u anlayamadığı izlenimi ediniyorum.
Togan 1890’da Başkurdistan’da doğmuştu. Arapçayı babasından, Farsçayı annesinden öğrenmişti. Yine küçük yaşlarda Rusça da öğrendi. Kazan’da medreseye gitti. Duma’da Başkurt temsilcisi olarak bulundu. 1917 Ekim Devriminden sonra siyasete girdi ve Başkurt Özerk Hükümetinin kurulmasına öncülük ederek savaş bakanı ve hükümet başkanı oldu. İç savaş yıllarında Sovyetlerin yanında yer aldı. 1921’de Türkistan Milli Birliğinin başına getirildi. Bu dönemde Bolşeviklerin karşısındaydı. 1923’te bölgeden ayrılmak zorunda kalarak İran’a geçti, orada Meşhed’de İbn Fadlan’ın (Freud’la hakkında konuştuğu âlim) bilinmeyen bir el yazmasını bularak onun üzerinde çalıştı. 1925’te Hamdullah Suphi Tanrıöver’in davetiyle Türkiye’ye geldi ve Türkiye vatandaşı oldu. 1927’de İstanbul Üniversitesinde Edebiyat Fakültesinde hoca oldu. O sıralarda aslında bilimsel temeli olmayan ama siyasi saiklerle icat edilen Türk Tarih Tezi’nin bir örneği olan Reşit Galip’e ait bir bildiriye itiraz edince sert tepkilerle karşılaştı ve görevinden istifa edip Viyana’ya gitti. Orada İbn Fadlan üzerine doktora yaptı. 1939’da yeniden Türkiye’ye döndü. 1944’te Turancılık faaliyetlerinde bulunmakla suçlandı ve yargılandı. Önce mahkûm olduysa da kararın bozulmasıyla tahliye oldu, ancak bu arada on beş ay hapis yatmış oldu. 1948’de üniversitedeki görevine döndü. 1951’de İstanbul’da toplanan XXII. Müsteşrikler Kongresi başkanlığını yaptı. 1970’te vefat etti.
***
Doğumunun 150. Yılında Sigmund Freud Sempozyumu, 2 Mayıs 2006’da İstanbul Üniversitesi, İstanbul Psikanaliz Derneği ve Avusturya Kültür Ofisi tarafından müştereken düzenlenmişti ve tarihçi İnanç Atılgan bu kongreye sunduğu tebliğde Sempozyumun Zeki Velidi Togan’ın odasının bulunduğu kattaki Kurul Salonunda yapılıyor olmasına dikkat çekmişti. Yard. Doç. İnanç Atılgan’ın bildirisi Zeki Velidi Togan’ın kısa bir biyografisini ve Hatıralar’dan yukarıda sözünü ettiğim “Annemin Bir Şiiri ve Freud” başlıklı bölümü içeriyor.
Ancak bu kısa biyografi hatalı bir bilgiyle başlıyor. Atılgan’a göre Togan “18 yaşına kadar ailesiyle birlikte doğduğu köyde yaşamış.” Bu bilgi doğru değil ve tebliğin kaynakları arasında yer almasına karşın Atılgan’ın Hatıralar kitabını okuduğu konusunda kuşku uyandırıyor. Zira Togan kitabın başlarında, 9. Bölüm’de “Ütek’te Tahsilim” başlıklı bölümde 12 yaşından sonra dayısının köyüne gidip orada medresede okuduğunu kendisi anlatıyor. İki yerin coğrafi uzaklığından daha önemli olansa iki yer arasındaki kültürel iklimin, çevrenin “bizimkinden çok farklı” olması. Togan burada dayısının evinde çok zengin olan kütüphane kısmında yatıp kalktığını anlatır. Atılgan biyografik bilgileri Tuncer Baykara’nın Togan hakkındaki kitabından aldığını belirtiyor, belki hata buradan kaynaklanıyordur.
Atılgan’ın yazısında Togan’ın Kürtlerle ilgili çalışmalarıyla tanınan Vladimir Minorsky ile de tanıştığı bilgisi var. (Bu arada Minorsky’nin adı makalede yanlış olarak Minosky olarak geçiyor. Muhtemelen baskı hatasıdır). Hatıralar’dan kontrol ettiğimde Minorsky ile tanıştığından söz etmediğini ama başka birçok bilim insanıyla birlikte Minorsky’ye de bir makalesinin bir nüshasını gönderdiğini yazdığını gördüm.
Togan 1924’te yani Türkiye’ye gelmeden bir yıl önce Paris’ten Berlin’e geçerek Almanya’daki Şarkiyatçılardan, yani müsteşriklerden Theodor Nöldeke, J.H. Mordtmann, Friedrich Wilhelm Karl Müller, Albert von Le Coq ve J. Marquart ile iletişim kurmuş ve bir süre Prusya Devlet Kütüphanesinde çalışmıştır.
İnanç Atılgan’ın aynı konuda bir makalesi daha var, o da Cogito’nun “Freud ve Kültür” başlıklı 49. sayısında yayımlanmış. Avusturya’nın üç büyüğünden söz ederek başlıyor. 2006 yılının Mozart’ın 250. doğum yıldönümü, büyük tarihçi, müsteşrik Joseph Hammer Purgstall’ın ölümünün 150. yıldönümü ve Freud’un da doğumunun 150. yıldönümü olduğunu belirtiyor. Evet sevgili okur, ben de fark ediyorum. Şarkiyatçılar ikide bir karşımıza çıkıyor, her yer müsteşrikle doluymuş meğer değil mi? Atılgan bu makalesinde de konuyu Togan’a getirmeye hazırlık olarak o dönemin genel bir panoramasını verir. Burada Freud’un kuramının biçimlenmesinden söz ederken Arthur Schnitzler’in, Franz Werfel’in, Rainer Maria Rilke’nin ve Franz Kafka’nın “Freud’un oluşumuna etken olan kişiler” olduğunu söylüyor. İfade biraz bozuk ama demek istediği anlaşılıyor. Yine de insanın buna da itiraz edesi geliyor. Düşünürsek Freud 1856 doğumlu, Arthur Schnitzler 1862, Rainer Maria Rilke 1875, Franz Kafka 1883, Franz Werfel ise 1890. Hadi Schnitzler tamam, Freud’un toplu eserlerinde de adı geçiyor ve Freud onun adını açıkça zikredip Schnitzler’i okuduğunu ve etkilendiğini söylüyor.
Kendisinden hayli küçük olsa da Rainer Maria Rilke’yi Lou Andreas Salome aracılığıyla tanıdığını biliyoruz. Freud’un Geçicilik Üzerine makalesinde ismi verilmeden sözü edilen genç ama tanınmış şairin Rilke olduğu yaygın bir tahmindir. Freud’un Werfel’le de bazı mektuplaşmaları var.
Ama Schnitzler’in aksine Freud’un Rilke ya da Werfel’den kuramı için önemli olacak ölçüde etkilenmesi söz konusu olamaz. Freud Rilke’den 19, Werfel’dense 34 yaş büyük. Freud’un pek çok yazarla iletişimi vardı, ama Rilke ve Werfel’le ancak sınırlı bir etkileşimi olabilirdi. Ha keza kendisinden 27 yaş küçük olan Franz Kafka’dan haberdar olduğu yolunda bir bilgi de yoktur. Vaktiyle ben buna bakmış, herhangi bir bilgi bulamamıştım. Tersi mümkün, yani Freud’un “Kafka’nın oluşumunda bir etken” olması. Örneğin Kafka’nın Bir Köy Hekimi öyküsünde Freud’un kuramının izlerinin bulunabileceğini öne süren bir çalışma var.
Gözlerin bağlanacağı ikinci noktaya geldik sevgili okur. Sadece şu kadarını söyleyeyim, bu noktada küçük, küçücük bir ayrıntının farkına varıyorum. Kartvizitteki ismin hem kadın hem erkek ismi olarak kullanılabilen bir isim olduğunu söylemiştim ya; yazarken, okurken, düşünürken hatırladım ve fark ettim ki o isim başlangıçta sandığım gibi her iki cins için kullanılan bir isim değil de Cemil/Cemile, Zeki/Zekiye, Kerim/Kerime gibi erkek ve kadınlar için ayrı biçimleri olan bir isimmiş. İşte bu küçük bilgi benim rüyamı anlamamın yolunu açtı.
Böyle böyle derken çağrışımlara okumaları, düşlemlere hatıraları, yazmalara dalıp gitmeleri karıştıra ekleye buraya dek geldim. Az önce kendi kendime şunu düşündüm. Yard. Doç.Dr. İnanç Atılgan geliyor, bana diyor ki “Bela mısın kardeşim! Her yazdığımı didikleyip bir şeyler söylüyorsun.” Sonra makalesinin olduğu dergiyi alıp “Bak ben ne demiştim, ne kadar dikkat etmiştim” diyerek okuyor: “Tarihçi olarak Freud dönemi Viyana’sını, o dönem Avusturya-Macaristan’ın uygarlık boyutlarını ele alan bir yazı yazmam istendiğinde çekinmedim desem yalan olur. Konu Freud ve uygarlık ekseninde ise, tarihçi olarak yetersiz kalma korkusuyla karşı karşıya kalırsınız. Ancak bu çok geniş konunun üstesinden gelebileceğime Viyana'da okuyarak ve çalışarak geçirdiğim on beş yıla güvenerek karar verdim. Çünkü ben, Viyana'da sadece yaşamadım, şehri ve karakterini içimde hissettim. İşte bu bağlılık psikanalizin doğuşunu sağlayan uygarlık koşullarını, temellerini ortaya koyarken, Freud'u buna entegre etmek fikrini ortaya çıkardı.”
Ona hak veriyorum, zaten niyetim onu rahatsız etmek değil. Sakin ama vurgusu içinde saklı bir ses tonuyla “Nihayetinde ekmeğimizin peşindeyiz” der gibi, o vezinde şöyle diyorum: “Haklısın, ama nihayetinde biz rüyalarımızın peşindeyiz.”
Kaynaklar
Atılgan İ (2006) Freud’un Viyana’sı, Viyana’nın Freud’u ve Bir Türk. Cogito, Sayı 49: 214-225. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Atılgan İ (2006) Tarihten bir yaprak, Freud ve Togan: İki komşu, iki kader iki hayat görüşü. Psikanaliz Yazıları-12. Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapiler. Bağlam Yayınları, İstanbul.
Freud S (1915) On Transience. SE 14: 305-308.
Freud S (1926) Sigmund Freud Papers: General Correspondence, -1996; Werfel, Franz, 1926 , with cover letter to Ernst L. Freud, 1970. 1926. Manuscript/Mixed Material.
Pamuk O (2016) [1982] Cevdet Bey ve Oğulları. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Kristiansen S (2013) The psychoanalyst and the poet: A meeting between Sigmund Freud and Rainer Maria RilkeThe Scandinavian Psychoanalytic Review, 36: 52-56.
Marson E, Leopold K (1964) Kafka, Freud, and "Ein Landarzt". The German Quarterly Vol. 37: 146-160.
Togan ZV (1953) 1951’de İstanbul’da Toplanan Milletlerarası XXII. Müsteşrikler Kongresi Mesaisi ve Akisleri, İbrahim Horoz Basımevi, İstanbul
Togan ZV (2019)[1969] Hatıralar. Dördüncü Basım. Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.