Eylül 2021'den bu yana başlatılan 'nevi şahsına münhasır' ekonomi denemesinin getirdiği enflasyon yangını 'bacayı' sardı. TÜİK verilerine göre enflasyon yıllık yüzde 54.4'e yükseldi. “Durmak yok, yola devam”; üretici fiyat endeksindeki yüzde 7'lik artış da bu yükselişin yüzde 60'a doğru devam edeceğini söylüyor. Ara malı fiyat artışlarının yüzde 115'e vurması, enflasyonun ne derece sert biçimde vurduğunu söylüyor.
'Faizi düşürerek enflasyonu düşürme deneyinin' başlamasından bu yana, tam 6 aylık enflasyon yüzde 41.9 olurken, gıda fiyatlarının yüzde 49.4 olduğu görülüyor. Aynı dönemde ara malı fiyat artışının da yüzde 67 olduğunu not düşelim.
Bu artışların içinde henüz Ukrayna'daki savaşın etkisi yansımış değil.
Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesiyle birlikte, başta ham petrol ve buğday olmak üzere sert artışlar yaşandı. Bu fiyatlarda yüzde 25-30'luk artışlar, doğal gaz ve kömürde ise ikiye katlanan fiyatlar söz konusu. Giderek akaryakıttan başlayarak içeride fiyat artışlarına yansımaları başladı.
Ekonomi politikası tasarımları olan ülkelerde, olasılığı düşük de olsa bir dış şoka karşı manevra alanı bırakılır. Maliye politikasının vergi supapları iniş çıkışları dengeler. Yakın zamana kadar akaryakıtta yürürlükte olan 'eşel-mobil' sistemi gibi. Ama bunu iç politika kaygılarıyla sıfırlamışsanız bir dış şokta kalakalıyorsunuz.
Ya da döviz rezervleriniz; bir dış şok sonucu ülkenin temel ihtiyaçlarını ithal edebilmek için stratejik değerdedir. Bunu yanlış politikalarınızın sonuçlarını söndürmek için kullanmış, eritmişseniz dış şokta kalakalırsınız.
Türkiye'nin, risk yönetimi ilkelerini temel almak yerine tam tersine olağanüstü riskli bir deneysel girişime, potansiyel olasılıkları bile dikkate almadan girdiği çok açık.
Şimdi kıyısından köşesinden gündemde olan birkaç şoktan biri, hammadde, ara malı ve enerji maliyetlerindeki ilave artışların hane halkına yansıması yanında ithalata ödenen döviz faturasının yükselmesi, turizm gelirlerinin 2021'deki seviye olan 21 milyar doların çok altına düşmesi olacak. Buna, gelişmiş ülkelerde ortaya çıkacak savaş koşullarına bağlı olarak finansal alanda 'musluk kısma' eğiliminin de etkisi eklenirse çok açık biçimde ödemeler dengesinde açık ve finansmanındaki durumun kötü etkileneceğine şüphe yok.
Öyle ki savaşın gelecekte nasıl evrileceğini kimse bilmiyor. Bu görünüme politika tercihinin temkinlilik olması normal bir durum olurdu. Ama öyle olmuyor.
Ankara, sanki gizli bir matbaada dolar basıyor gibi kamu bankaları eliyle döviz satmaya devam ediyor. Gidişatı, beliren riskleri, buna karşı tahkimatı hiç hesaba katmayan, gözden geçirilmiş bir politika çizgisi ortaya koymayan bir tablo var.
İhracatçılara getirilen, ihracat hasılatının yüzde 25'ini Merkez Bankası'na getirip TL'ye çevirme zorunluluğu ile her ay kabaca 4.5 milyar doların Merkez Bankası'na girmiş olması muhtemel. Bir taraftan da Kur Korumalı Mevduat ile en az 17-18 milyar dolarlık bir fonun Merkez Bankası'na satıldığı tahmin edilebilir. Ayrıca, döviz karşılığı yapılan reeskont işlemlerinden de iki ayda 2.8 milyar dolar girmiş.
İki ayda Merkez Bankası'nın döviz pozisyonundaki iyileşme sadece 15 milyar dolar, brüt döviz rezervlerindeki artış ise sıfır. Çok açık ki iki ayda, bir o kadar (15 milyar dolar) satıldığı, bunun yarısının enerji şirketlerine, yarısının da piyasaya satıldığı; yani, aylık 4-5 milyar dolarlık satış yapıldığı açık. Bu devam da ediyor.
İki aydır bu satışlarla, dolar kuru 13.50-13.80 aralığında tutulabildi.
Neden kur tutulmaya çalışılıyor? Şundan; faizi indirerek başta TL'yi ve enflasyonu, her şeyi berbat eden Ankara, döviz kuru yangınını söndürebilmek için 21 Aralık ve devamında, aynı anda kuvvetli bir döviz satışı yanında karşılığını bütçeden ödemek üzere KKM mekanizmasını da büyük bir şaşa ile masaya sürmüştü. Sanıldı ki KKM kuru düşürdü. (Tek işlevi, 'treni kaçıranlara' yeni dolarizasyon 'kompartımanı' oldu. Az değil kabaca 15 milyar dolar)
Enflasyon yüzde 60'a koşarken, TL faizini yüzde 14'e bağlayıp, kuru tutabilmek için de döviz satışından başka bir yol yoktu.
Kurun yükselmesi, büyük şaşa ile masaya konan KKM'nin iflası sayılacaktı.
Tek başına 'siyasi bir mağlubiyet' olarak değil, ayrıca bütçeden halkın vergileriyle bir grup mevduat sahibine ödenen 'fidye' gibi olacağından tepki toplayacaktı. Öyle ya, pandemide bizatihi bütçeden vatandaşa verilen fon, işçilerin ücretinin bir parçası olan İşsizlik Fonu'ndan aktarılan fonların yanında minicik kalıyordu. Pandemide yoksullara dağıtılmayan fonun çok daha fazlası TL'de dursunlar diye bir grup mudiye verilecek.
Ukrayna'da savaşın şiddeti giderek artarken, savaşın tüm ülkelere faturası çıkarken, Ankara'nın derdi siyasi karizmanın çizilmemesi; bunu sağlamak için de 'cayır cayır' rezerv eritmek.
Peki enflasyon patladı, patlamaya devam ederken Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati ne söylüyor kamuoyuna? Enflasyonun tüm ülkelerde etkili olduğunu söyleyip “enflasyon karşısında yaşadığımız zorluklarda takılı kalıp hadiseyi sonsuza dek sürecek gibi” görmememizi öğütlüyor.
40 bin dolarlık kişi başı geliri olan ülkelerin enflasyonunun yüzde 2'den yüzde 6'ya gelmesini örnek gösterip, büyük bir kesimi 300 dolarlık asgari ücretle çalışan topluma yüzde 60'a koşan enflasyona rıza göstermesini, sabretmesini tavsiye ediyor.
Bakan Nebati vatandaşa, 'enflasyon tevekkülü' öneriyor.
Bu sözlere ilave olarak “Döviz kurunu kapsamlı ve yenilikçi metotlar ile düşürdüğümüz gibi enflasyonu da önümüzdeki dönemde düşüreceğiz” derken, önümüzdeki dönemde ülkeye döviz girişlerinin azalacağını, savaş ortamında böyle döviz satarak rezervlerin eriyip giderken döviz kurunun düşemeyeceğini hiç söylemiyor.
Ne bahane ileri sürülürse sürülsün, mevcut siyasi tercihle Türkiye'nin bilerek içine sokulduğu enflasyon döngüsü, Ukrayna savaşı ile birlikte çok daha derin ve sarsıcı boyuta evrilmeye aday. Orta sınıfın çöktüğü, yoksullaşmanın yayıldığı bir aşamaya…