Bu yazı bir "veda." Süresini bilmiyorum ama "elveda" değil.
Çünkü…
Anlatayım.
Gazeteciliğin iğdiş edilmesine ve nice gazetecinin de bu kırıma, kıyıma suç ortağı olmasına rağmen, bu ülkede geçerli en temel "etik, deontolojik metin" hâlâ Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi.
Çünkü arkasında en büyük gazeteci örgütü TGC ve yıllar önceden binlerce gazetecinin imzası var.
Daha kimse okumadan o metni ben okumuş, sindirmiştim.
Kendim yazmıştım çünkü. Çeyrek asrı da geçmiş.
İşte sadece bir metin değil, o zaman çok istediğim, her kelimesini özenle seçtiğim ve Cemiyet'te kabul gören adıyla, o "Bildirge" yani beyanname, ilk beyan eden olarak en çok beni bağlıyor.
Muhtemelen gördünüz, duydunuz: TİP'den "aday adayı" oldum. Kısa sürede gerçekten aday olup olmadığım, bölgesi, sırası belli olur. Ama bunlar öncelikli değil.
Ben bir irade belirttim.
Adaylık iradesi değil, "yoldaşlık" iradesi.
Gazetecilik hayatımda, makale yazarı olarak, siyasi bir iradeyi, daha doğrusu tercihi ilk kez belirtiyorum. Oyumu hiç belli ettim mi, bilmiyorum ama muhtemelen etmemişimdir açık açık.
Çünkü "Bildirge" beni bağlıyor. Evrensel olarak bunu öğrendim.
Kısacası mesele şu: Siyasi bir iradeyle bir tercih, bir yolculuk söz konusuysa, bu köşeleri kullanamayız. Ne yazarsak yazalım. "Parti gazeteleri" hariç! Zaten "yandaş medya" denen de iktidar ve "Ak" parti gazeteleri, TV'leri!
T24'te aslında çok geç yazmaya başladım. Benim bir dönem yazıya ara vermek istemem veya yanlış tercihlerimden dolayı. Ama şu bir ayda, kimi Doğan Akın gibi çok eski, kimi daha yeni yol arkadaşlarım oldu.
Şimdi valizimi yaptım; son zamanlardaki hayatım gibi yine yollara düşüyorum.
Umarım o yolculuklarda hayatını, ömrünü vermiş, çile çekmiş herkesin, geçmiştekilerin ve bugünkü mücadeleleri verenlerin yanında biraz katkım olur.
Umarım bu ülkede umutların tazelenmesi; saldırılan toprakların, tabiatın, tüm canlıların, herkesin iyileşebilmesi için aklım, yüreğim onlara yoldaş olabilir.
"Enkazdan bir ülke"; on binlerce ölüyle, hayalete dönmüş şehirlerle, evlatlarının "DNA'sını arayanlar"la artık mecazi bir deyiş bile değil.
Kadınların, çocukların, işçilerin, memurların, emeklilerin, köylülerin, gençlerin, öğretmenlerin, akademisyenlerin, yazanın çizenin…
Suyuna, toprağına, emeğine sahip çıkmak isteyenin; hakkına, özgürlüğüne titizlenenin; düşüncesine, fikrine, ifadesine bir ses arayanın; etnik veya dini kimliği ötekileştirip hırpalananın…
Umutların, hayallerin, geleceğe güven ihtiyacının, adalet ve hakkaniyet duygusunun üzerine çullanıp enkaza çevirmiş bir rejim var.
Kendisini de, bir zümrenin imtiyaz arsızlığına adayarak, enkaza çevirdi esasında.
İşte bütün bu enkaz arasından, farklı siyasi parti ve oluşumlarda umudu beslemek, çoğaltmak isteyen insanlar toplanıyor.
Ben o umudu duymak ve besleyebilmek için TİP'i seçtim. Diğerlerine de sonsuz saygım var. Hatta kalbi, ruhu, inancı, çocuklarının geleceği sarsılmış, imar affı enkazı altında kalmış AKP seçmenlerine de.
Her şeye gözümüzü kapasak, o hakiki enkazın orada, binlerce ölünün acısı, binlerce cesedin henüz bulunmaması veya kimliksiz kalması üstüne, bir de asbeste, zehre boğulan insanlara gazla, copla saldırdılar.
Hem de, insan haklarını, insan haysiyetlerini umursamadıkları, sadece tabutları gelince bayrak sardıkları, "halk çocuğu" alttaki askerleri; onların annesi, babası, kardeşi gibi insanların üzerine saldırtarak.
Hiçbir şey etkilemediyse sizi, artık anlayın diye bunu da yaptılar!
Yarattıkları geçim sıkıntısından, pahalılıktan, rızk gaspından utanmıyorlar da, "pahalılık eleştiren sticker" yapanı içeri alıyorlar.
Şu utanmaz şiddet devletini anlayın diye çok ısrarcılar!
Neden TİP?
Bir sosyalist kültürden geliyorum.
Henüz 1965 seçimlerinde küçük bir çocukken, mütevazı gazeteci kooperatifi Basınköy'den komşumuz Çetin Abi (Altan) gazetecilikten TİP'le Meclis'e gitmiş, o heyecanı mahallede duymuştuk.
Hem de diğer komşularımız, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Doğan ve Orhan Koloğlu, İslam Çupi ve daha niceleriyle.
Sonra lise sonlarında, ikisi de artık hayatta olmayan sınıf arkadaşlarım şair Salih Ecer, Mehmet Günsür ve başkalarıyla birlikte "Behice Hanım'ın TİP'i"ne sempatim oldu.
Derken olaylar daha farklı gelişti.
İstanbul Demiryolu Sendikası'nda, 18-19 yaşımdan itibaren eğitim, sendikal eylem, araştırma, toplu sözleşme, işçi kütüphanesi ve işçi tiyatrosu gibi çarpıcı deneyimler yaşayarak, durmadan üreterek, işçilerle omuz omuza çalışarak zihnimi, kalbimi, emeğimi büyüttüm. Kendimi de.
Ardından Marmara Belediyeler Birliği'nde de çok ilginç, o dönem için çok yenilikçi, kapsayıcı işler yaptık.
Üniversitedeki ödevlerimi saklamışım, geçenlerde çıktı. Derslere giremediğim için "şahsa özel ödevler" talep etmişim. Sayfalarca yazmışım. Konularım "Türkiye'de Ücretler… Eşitsiz Mübadele" vb şeyler. Benim için en değerlisi "Türkiye İmalat Sanayiinde Artık Değer."
Yani emek sömürüsü ve yabancılaşma meselesini sadece lafta ve kitapta değil; aynı anda sendikada da hesap kitapta da ciddiye almışım sanki!
Sonra gazetecilik geldi. Bir dolu gazete, bir dolu kademe.
Çok hata yapmışımdır, çok yanlış da. Atladığım, fark etmediğim, düşünemediğim, akıl edemediğim, doğrusunu bilmediğim veya görmediğim çok şey olmuştur mutlaka.
Ama gazetecilik namusu diye bir şey varsa, ona titizlenmeye çalıştım.
Makaleler içinse daha net konuşabilirim.
Görmediğim, hissetmediğim, öğrenmediğim, yazmadığım hiçbir acı kalmasın diye titizlendim bu kez.
10 binden fazla gazete makalesi olmuştur onca yılda ve içlerinde "Paşalar, ağalar, patronlar, efendiler" ancak eleştiri kapsamında yer bulabildi.
Tersane işçileri, maden işçileri, banka-çağrı merkezi çalışanları, kot taşlayıcılar, Kızıltepe'de 13 mermiyle delik deşik edilen 12 yaşındaki Uğur, Dargeçit'te 18 yıl kemikleri bile bulunamayan 13 yaşındaki Seyhan kim öldürürse öldürsün bu topraklara sayısız düşmüş çocuklar, gençler, kadınlar; inancı inançsızlığı, etnik kimliği baskıya, şiddete maruz bırakılanlar, iktidar kankası inşaa-rantlardan boşluğa fırlatılan işçiler, madenlerde, AVM şantiyelerinde, tekstil atölyelerinde, sanayi sitelerinde, maytap fabrikalarında boğulan, yanan, kilitlenen, köleleştirilen emekçiler oldu hep yazılarda…
Sor parasıyla aldığı ıslak odunları yakamayınca, küçük çocuğunun eline saç kurutma makinesini verip kardeşini ısıtsın diye, kendini tavana asan anneler…
Mevsimlik işçi kamyonlarından yollarda ölümü düşürülen kadınlar, süt sağmaya taşınırken dereye yuvarlarmış melek çocuklar oldu hep…
Köylülerin katledildiği Roboski de oldu, Uludere resmi adıyla oradaki anma törenine gönderilip berbat otobüsle uçuruma yuvarlanan ve cesetleri yine o köylüler tarafından çıkarılan ya da yaralıları kurtarılan askerler de.
Askerler, evet… Benim gibi antimilitarist biri, 2005 senesinden itibaren ordu içindeki insan hakları ihlallerini, haysiyet cellatlıklarını, aşağılamadan şiddete kadar her türlü hiyerarşi eziyetini yazdı.
Binlerce "alttaki asker" benimle aynı hayat görüşüne sahip olmadıkları halde güvendi, korkmadan benimle paylaştılar başlarına gelenleri.
Polis devleti ve şiddetinin hep yazıldığı makalelerde, polis memurlarını intihara ya da cinnete kadar sürükleyen kurum içi manevi-maddi şiddet de yer buldu.
Çünkü ben "acıların ortaklığı"na inanırım. Sadece siyasi yakın gördüklerimin acısı da değil! Gerçekten haksızlığa uğrayan, acı çektirilen kimse.
O yüzden, benim için semboliktir ama, iki yıl üst üste, birinde güvenlik güçlerinin öldürdüğü 12 yaşındaki Kürt çocuğu yazarak, bir yıl sonra ise ordu içindeki eziyeti dile getirerek "En iyi köşe yazısı" ödülü aldım.
Benim için ödül kadar değerli olan, bir telefonda duyduğum şu sözlerdi:
"Kürt çocuğu yazdığınızda sizden nefret etmiştik ama şimdi bizim başımıza gelenleri de yazıyorsunuz. Burada 15 asker arkadaşız şu anda. Diyoruz ki, bizim için yazdıkları doğru. O zaman o çocukla ilgili yazdıkları da öyledir. Ve söz veriyoruz, kendi altımızdaki erlere asla el kaldırmayacağız."
Çok yazı, çok acı yazdım.
Şimdi, o yazdıklarım için gerçekten ne yapabilirim, bunun peşindeyim. Epeydir sesleri, nefesleri, öfkeleri, umutlarıyla epeyce yol almış TİP kadrolarıyla.
Kimliğim elbette yine "gazeteci."
Hayalim ise, hep acılarını yazdığım milyonlarca insana hayatın gülümseyebilmesi!
Buradan şimdilik veda ediyorum.
Kalbim T24 ve her yerdeki onurlu gazetecilerle.
Kalbim o gülümseyen hayalimin de peşinde.
Size bahsettiğim o çocuğun, o gencin heyecanıyla.
Umutlarınızın yolu açık olsun!
TİP'te ya da nerede toplanmışsa umutlarınız.
Umur Talu kimdir?Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest), Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. |