D_Masthead_970x250
Geçen hafta yoğun bir yazı dizisi sonrasında okuyucunun daha keyifle okuyacağı bir yazı yazmak farz oldu...
Geçen hafta yoğun bir yazı dizisi sonrasında okuyucunun daha keyifle okuyacağı bir yazı yazmak farz oldu. Ne zamandır ne puro yazısı, ne de gezi yazısı yazabildik. Yazı dizimize yorum gönderen bir okuyucumuz hangi tarafta olduğumuzu merak etmiş. Bizim yolumuz “romantic road” . Bir gezgin olarak hayatta en sevdiğim şey yeni şehirler görmek. Yorulup şehrin güzel bir köşesinde bir bardak şarap ya da soğuk bira eşliğinde puromu tüttürerek insanları izlemek, başka hayatlara, başka dünyalara bakmak çok hoşuma gider.  Geçen bayram da böyle yaptım ve Almanya’ya gittim. Biliyorum Almanya Türklere turistik bir gezi bakımından yabancıdır. Gazetelere, operatörlerin internet sitelerine bakın, hiç Almanya turu göremezsiniz! Bunun nedeni muhtemelen vizedir, Almanya’nın turistik bir ülke olamayacağına dair yanlış kanaattir veya Almanya’da ikinci (Türk) sınıf muamele(si) görme korkusudur.   Dünyada birkaç ülkede romantik yol (romantic road) var. Bunların muhtemelen en güzeli Amanya’da. Ben geçen bayram tatilinde bu yolun birkaç şehrini gezdim. Size biraz bu geziden söz edeceğim. Salzburg İlk durağım Salzburg’tu. Biliyorum Almanya dedim. Salzburg Almanya sınırında orta ölçekli bir Avusturya şehri.  Eski şehir (old city) bir tepe yamacına kurulu. Tepenin de üzerinde heybetli bir kale var. Füniküler ile çıkılıyor. İlk cigarillomu burada içtim.  Masalara düşen sarı yapraklara, sol tarafımda yer yer sararan ve hayatın bir kez daha yeni döngüsüne hazırlanan yemyeşil tepelere, ardı sıra uzanan ve binbir türlü canlı varlığa ev sahipliği yapan ormana bakarak...  Hayatın gelip geçiciliğini, doğada bizden, insandan başka canlılar olduğunu ve milyonlarca yıldır süregelen yeniden ve yeniden varoluşu düşünerek... Sonra “Rezidenz” denilen şehrin orta çağdan kalma kilisesine gittim.  İbadet yerleri hep ilgimi çeker. Kendimce dua da ederim. Ne bilmediğim bir lisanla ezberden, ne de korku, ne de beklentiyle. Varoluşa dair duyduğum coşkun memnuniyeti ifade etmek için.Salzburg, Mozart’ın doğduğu ve birçok bestesini yaptığı şehir. Doğduğu evi ziyaret ettim. İlk kemanını, piyanosunu, ilk flütünü gördüm...  Akşam bir Mozart gecesi yaptım. Yaylı çalgılar eşliğinde. Güzel şarap içitim. Gece, yağmur altında puromu içerek ve hiç koşturmadan otelime yürüdüm.  Sonra? Afedersiniz horul horul uyumuşum.  Münih Bavyera’nın başkenti. Pek umutlu değildim, ama belki “Neuschwanstein” kalesine günübirlik gider gelirim, akşam da birkaç bira içer yoluma devam ederim diye düşünerek tren garına yakın bir otele yerleştim. Sözünü ettiğim kale puzzle’lı da olan o muhteşem şatonun adı. Ancak gözüm kesmedi. Üç saat yol gitmem gerekiyormuş. Dönüş de üç saat.  Bir de Bavyera Denizi de denilen  “Chiemsee Gölü”ne gitmeyi düşünmüştüm. O gölün ortasında bir ada varmış. Adada da bir şato varmış. Git dediler ama, o kadar çok yer var ki yol üstinde, vazgeçtim.  Münih, sandığımdan daha sıcak bir şehir geldi bana. Şehir merkezinde (New Town Hall ve Marienplatz) güzel biralar içitim. Augustiner Bräu, Paulaner, Hacker-Pschorr, Hofbräu, Löwenbräu ve Spaten-Franziskaner-Bräu Almanya’da en iyi bilinen biralarmış. Ben nedense hep Paulaner ve Hofbräu içtim. Milliyetçilik gibi olacak, ama ben Efes’çiyim arkadaş. Bunu anladım. Şansıma hava da güzeldi. Doğal olarak güzel tüttü purolar.  Biz yeni yetmeyken Ankara’da Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya Caddesi'nde insanlar açık havada kızlı – erkekli bira içerlerdi. Ama tahammül edemedi meydanın ortasında bira içilmesine Ankara. Münih şehir merkezinde, içinde kent pazarı da bulunan, işte böyle bir mahalle vardı. Burada doya doya deniz mahsulleri yedim ve çok lezzetli güzel beyaz şaraplar içitim. Malum Almanlar beyazcıdır.  Sonra katedrali gezdim, tepesine çıktım, çok şatafatlı ve muhteşem iç dekorlara sahip kral odalarına sahip sarayı gezdim (hazine kısmına mecalim kalmadı) vesaire.  Sarayın yakınında küçük bir meydanda yeni yetme bir grup genç gördüm. Ellerinde afişler vardı. Yaklaşınca fark ettim. Üzerinde “Free Hug” yani “Bilabedel Kucaklaşma” yazıyordu. Yanınıza güleryüzle yaklaşıp sizinle kucaklaşmak istiyorlar. Ve gerçekten sadece eğlenmek için. Çok duygulandım ve bir purocuk da onları izlerken içtim. Augsburg Ertesi sabah Augsburg’a gittim. Yine trenle.  Augsburg hem Mozart’in babasının (Leopald) doğduğu şehir, hem de Bertolt Brecht’in. 8. yüzyılda yapılmış Dom St. Maria’yı (katedral) gezdikten sonra uzun bir yürüyüş yaptım. Sonra şehrin kalbini buldum. Her yeni şehirde olduğu gibi buradan da magnet’imi aldım. Ayıptır söylemesi bizim buzdolabında yer kalmadı Derken eski şehir meydanında Augsburg City Hall’a (Rathaus) bakan meydanda dinlenecek bir masa buldum. Yaşasın biralar.  Bu şehri de sevdim. Ara sokaklarda dolaşırken bir de ne göreyim: Hatay sofrası! Antakya’lıydı restoran sahibi. Ama “sini kebap” yapmıyorlardı.  Bir gece kaldım. Rothenburg ve Bamberg Ertesi gün Bamberg’e gittim. Bir gün sonra da Rothenburg’a.  Buralarda teferruata maalesef giremeyeceğim. Buzdolabındaki magnet’lar için söylediğimi düşünün ve görmediyseniz mutlaka gidin ve görün. Orta Çağ’dan kalma muhteşem “eski şehir”leri olan bu iki müstesna şehir gerçekten görülmeye ziyadesiyle değer.   Bamberg’te Hegel’in evinin önünde kafayı buldum, desem sanırım yeterli olur.Romantik Yol’da irili ufaklı çok sayıda kasaba ve köy var. Eminim onlar da çok güzeldir. Umarım tekrar daha uzun bir zamanda en sevdiklerimle birlikte, bir daha bu iki çok özel şehre gider ve yolu tamamlarım.  Kalın sağlıcakla.

İlgili İçerikler