Uluslararası bir gazetecilik semineri.
Beş, altı yıl önce dünyanın dört bir yanından o sırada genel yayın yönetmenliği görevinde olan ya da bir zamanlar o görevi yapmış olan kırka yakın gazetecinin katıldığı, iki tam gün boyunca her türlü tartışmanın serbestçe yapıldığı bir seminer. Viyana’da. Davet üzerine, ben de katılıyorum.
“Evrensel gazetecilik kurallarının” ele alındığı seminerde, en çok tartışılan, uzun uzun üzerinde durulan kural hangisi?
“Haber kaynağı açıklanmaz, haberin ögesi olan tarafların hepsinin görüşü alınır, haber çarpıtılmaz, gazeteci haber kaynaklarını kendi çıkarına kullanmaz, kim olursa olsun, özgürce soru sormaktan kaçınmaz” gibi kurallar değil.
Bu kuralların bugün bizde hepsi yerle bir ama, en çok tartışılan bunlar değil, şu:
“Herhangi bir nedenle kendini savunamayacak, kendilerine yöneltilen eleştirilere yanıt veremeyecek durumda olan kişi ve kurumları suçlamak etik değildir. Gazetecilikle bağdaşmaz.”
Çok net değil mi, “‘gazetecilikle bağdaşmaz.”
Ben de, neyi hatırlatıyorum, “etik” mi kalmış bu ülkede? “Kural” mı? “Evrensel ölçüler” mi?
En sıradan, onca yazıya rağmen, hiç bir kıymeti harbiyesi olmayan, annelerine sakın söylemeyin, kendilerini “gazeteci” sananlardan tutun da, anlı şanlı geçinen “gazetecilere” kadar, çoğunluk o uluslararası seminerde en çok vurgulanan bu evrensel gazetecilik kuralını fena halde çiğniyor.
15 Temmuz darbe girişimine kadar zaten yerle bir olan bu kural, şimdilerde iyice yer ile yeksan olmuş durumda.
Bu rezilliğe bir de ihbar furyasını eklemek gerek. “Cadı avına” su taşımanın ta kendisi.
Ahmet Altan ile Mehmet Altan’ın gözaltına alınmaları karşısında, birileri göbek atarken, birileri de, bu gözaltılara hak veriyor.
Ahmet ve Mehmet Altan’a “bel altı vuruşlar” olmadık biçimde birbirini izliyor. Sadece “yandaş medyada” değil, “merkez medyanın” köşelerinde de, etik dışı bu tavırlara rastlamak mümkün.
“Kurtlukta yere düşeni yemek kanundur,” o romanlarda kalan, vahşetin çağrısı. Gazetecilikte bunun yeri yok.
Olmadığı için ve fakat örnekleri de çok rahatsız ettiği için Viyana’da bu kuralın üzerinde özellikle duruluyor.
Ahmet ve Mehmet Altan son örnek. Aslında gazeteci tutuklamaları başladıktan sonra, benzer bel altı vuruşların, “ohh” çekmelerin başka meslektaşlarımıza reva görülen örnekleri de var.
“Sen şu zaman şunu yazmıştın, şimdi çek bakalım cezanı” demenin anlamı yok. O kişi gözaltı ya da hapisten çıkar, yanıt verecek duruma gelir, o zaman hesaplaşırsın, şimdi sırası değil.
Tersine, kendini onların yerine koymanın sırası.
Asıl konu, Ahmet ve Mehmet’in düşüncelerinden dolayı gözaltına alınmış olmaları.
Aslında ikisi de, tıpkı babaları rahmetli Çetin Altan gibi, çok tartışılan isimler.
Ahmet yazdığı romanlarla tartışılıyor, romanlarına edebi ya da tarihsel eleştiriler eksik değil. Ayrıca, yönettiği “Taraf” gazetesinin yayın politikası ile de, toplumun hep gözü önünde. Yazıları öyle ya da böyle hep ses getiriyor. Sonuçta, babası gibi, bir mahkemeden ötekine koşuyor.
Mehmet en çok ortaya attığı “İkinci Cumhuriyet” tezi ile yıllarca eleştiri oklarının hedefi oluyor. Ayrıca kitapları, günlük yazıları ile de yine “ya iyi ya kötü” sınıfında, ya kendisine alkış tutanlar ya da elinin tersiyle itenlerle karşılaşıyor.
İkisini de, salt arkadaşlık, düşüncelerine katılmasa bile, salt karşılıklı sakin tartışma düzeyinde kabul edenlerin sayısının çok olmadığını sanıyorum.
Türkiye’nin düşünce hayatı bu olgunluğa zaten uzak. Böyle bir kültür yok, onun yerine ya alkış var ya küfür. Çünkü, en kolayı bu.
Ahmet ile Mehmet’e yöneltilen suçlama klasik “terör örgütü üyeliği ve propagandası” değil. Daha orijinal, “subliminal mesajlar,” yani bilinçaltına gizli gönderilen mesajlar.
15 Temmuz’dan bir gün önce katıldıkları bir TV programında “darbe çağrışımıyla subliminal mesaj göndererek, darbenin gerçekleşeceğini beyan ettikleri, terör örgütü ile fikir ve eylem birliği içinde olmadan darbenin bir gün öncesinden bilinmesinin mümkün olmayacağı, bu nedenle şüphelilerin darbe girişiminde bulunan bir kısım terör örgütü mensubu askerle iştirak halinde oldukları” iddiasıyla suçlanıyor ikisi de.
Türkiye’de düşünce açıklamak zaten çoktan beri suç.
Şimdi buna bir de, “sen aslında bunu düşündün, o da suç” diyerek, söylenmeyen, bırakın söylemeyi, akıldan bile geçmeyen düşünceleri suç saymak ekleniyor.
Dün 12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden otuz altı yılın geçmiş olduğu bir gündü. 12 Eylül’ü Ankara’da birebir yaşamış bir gazeteci olarak rahatlıkla söyleyebilirim, zaten mahkeme kayıtlarına bakmak da mümkün.
12 Eylül askeri darbe döneminde böyle bir suçlamaya rastlamadım, bilmiyorum, görmedim, duymadım.
Bugünkü suçlamalar, gazetecilere ve muhaliflere dönük gözaltılar ve tutuklamalar 12 Eylül’ü geride bırakmaya başlıyor.
Tayyip Erdoğan 2009 Şubat ayında Çetin Altan’a “Kültür ve Turizm Bakanlığı 2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü” verirken şöyle diyor:
“Artık Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran bir Türkiye yok.”
Çok doğru, Çetin Altan artık hayatta değil, onun yerine oğulları gözaltına alınıyor.