“Önce tok sesli biri, burası Genelkurmay'a bağlı kontrgerilla teşkilatıdır. Burada kanun, tüzük, hak ve hukuk yoktur. İstediklerimizi söylemezsen, buradan sağ çıkamazsın”. (...) Heyecan ve korku karışımı duyguların baskısı altında düşen şeker nedeniyle, kupkuru kalan ağzının içinde dilini hareket ettirmekte çok zorlanır insan. Dilim damağım kurudu, dedikleri durumdur bu. Gözleriniz kapalı da olsa, bitmesini hiç arzu etmediğiniz gidiş süresinden işkence odasına geldiğinizi anlarsınız. İşte, o anda ağzınızdaki kuruluk en üst düzeye çıkar. Kanınızın damarlarınızdan hiç bilmediğiniz yerlere çekildiğini hissedersiniz”. (Bahattin Yücel, Ankara’da Sıcak Bir Gün, s.109). Ardından başlıyor insanlık dışı, o anda hiç bir gücü olmayan bir insana karşı o hain işkence zinciri... Pislik ve pislik, vücuda elektrik verme, elektrik daha bir şok yaratsın diye, insanların önce vücutlarını ıslatma, tekme, tokat, yumruk, ayak tabalarının derileri yüzülünceye kadar falaka, tehdit, aşağılama...
Meslekten turizmci olan, turizmin en büyük örgütü TÜRSAB’da bir ara Başkanlığına kadar yükselen, ANAP ve DYP’den milletvekili seçilen, 1996’da Refahyol (RP - DYP koalisyonu) iktidarında Turizm Bakanı olan Bahattin Yücel geçen hafta anılarını içeren bir kitap yayınlıyor, “Ankara’da Sıcak Bir Gün” başlığı ile. Yücel gençliğinde sıkı bir solcu. Bunu 12 Mart faşizmi sırasında çok ağır ödüyor, işkenceler, hapisler, o cezaevi, bu cezaevi... O işkencelerin birinden geçerken... “Yüzünü görmediğimi sanıyordu. Oysa, göz bağımı kimseye fark ettirmeden yukarı doğru kaydırıp, içerdekilerin yüzünü görmüştüm. Birinin yüzünü belleğimden silemedim”. Ve şimdi sıkı durun: “İşkencecim aradan geçen yıllar içinde terfi etti. Büyük bir turizm kentimizde il emniyet müdürlüğü yaptı. Ben o sırada Turizm Bakanıydım. Hava alanında beni karşılayanlar arasındaydı. Daha sonra ünlü bir kumarhane işletmecisini kolladığı gerekçesiyle görevinden alındı. İşkence ettiği genç öğrenci Bakan, işkencecisi ise, bir kumarhanede erkete olmuştu”. (A.g.k., s.114). Tek başına romanı yazılacak, ibretlik bir olay. Bahattin Yücel de, zaten anılarını “roman” gibi yazıyor, kitap su gibi akıp gidiyor. Sadece üslup açısından değil, yakın tarihimizin birebir yaşanmış siyasi kronolojisi, derslerle dolu örnekler eşliğinde.
Kitap büyük bölümüyle “siyasal gerçeklik” üzerine kurulu. 90’lı yılların biri bitip diğeri başlayan koalisyonlar dönemi, 28 Şubat darbesi, medya - siyaset ilişkileri bilinmeyen yönleri ile anlatılıyor. “Bilinmeyen”, çünkü Bahattin Yücel o dönemi milletvekili ve Bakan olarak yaşayan tanıklardan biri. Üstelik, siyasette, medyada, iş dünyasında geniş bir çevresi var. İnsana yeniden hüzün katan vurgular eksik değil: “Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan Ankara Kapalı Cezaevinde asıldılar. (...) Hayatlarının baharında bir darağacında, ülkelerinin geleceği için inandıkları doğrular uğruna, gözlerini kırpmadan canlarını verdiler. Deniz ölüme giderken, Rodrigo’nun ünlü gitar konçertosunda ‘Aranjuez Bahçeleri’ bölümünü dinlemek istemiş. Aradan bunca yıl geçti, Rodrigo’yu dinlerken içim hala burkulur, sonuna kadar dinleyemem”. (A.g.k., s.95).
Ya da espri yüklü bölümler. Turizm Bakanı iken Yücel Moskova’ya gidiyor, Rus turistleri Türkiye’ye çekmek için. Onların Turizm Bakanı ile konuşurken, Yücel: “Şimdi size bir teklifim var. Rusların sıcak denizlere inme projesine her türlü katkıya hazır olduğumu söylemek isterim. Antalya’nın, Side’nin, Alanya’nın, Kemer’in sıcak sularında tatil geçirmeye var mısınız?” (A.g.k., s.383). Malum, tarih boyunca Ruslar “sıcak denizlere” inme politikası güdüyor. Bahattin Yücel de bu politikayı jestle anarak, Rus turistler için Akdeniz kıyılarımızı anlatıyor. Bunda da başarılı oluyor, sonraki yıllarda artan Rus turistlerden belli.
Kitapta tarihçilerin medya - siyaset ilişkilerinde belge olarak kullanacakları bir bölüm var. Şimdiye kadar ayrıntılarını hiç bir yerde okumadığım, hiç duymadığım bir buluşma. Refahyol hükümeti kurulması aşamasında, yani Erbakan’ın Başbakan olmasından hemen önce, o koalisyonda Başbakan Yardımcısı olacak Tansu Çiller İstanbul’daki evinde o dönem Sabah gazetesi sahibi Dinç Bilgin ile Doğan Grubu gazetelerinin sahibi Aydın Doğan’ı kabul ediyor. Görüşmede Bahattin Yücel de var. Yine romanı yazılacak, filme alınacak müthiş diyaloglarla geçen bir görüşme. Kimse dilini tutmuyor, karşılık rest çekmeler, suçlamalar ve ötesi... (A.g.k., s.306 - 318). Belli ki, Yücel o görüşmeyi tutanak haline getirmiş ve not tutmayı ihmal etmemiş.
Kitapta Refahyol Hükümeti ve 28 Şubat darbesine giden yolda yine tarih araştırmaları açısından belge değerinde anılar var. Bunlardan biri Ankara Sincan’da tankların yürümesiyle başlayan ve 28 Şubat darbesine dönüşen günler... Yücel’in “bu işi yapan askerleri emekli edelim” önerisiyle kızışan siyaset, sonrasında siyasilerin geri adım atması ve 28 Şubat... (A.g.k., s. 368 - 374). Aradaki bütün o siyasal trafik... Altını çizerek, not alarak okumak gerek.
Bahattin Yücel bakanlığının son günlerinde Havana’ya gidiyor. Bizim kuşağı gençlik yıllarına götüren, bizlerin idolü Fidel Castro ile görüşmesini anlattığı bölüm tam şeker tadında. Yücel Castro’ya soruyor: “Size nasıl hitap etmeliyim, Sayın Başkan ya da gençlik yıllarımdaki gibi ‘Commandante’ mi?” Cevap esprili ve gerçekçi: “İkisi de fark etmez, ama sen Kübalılar gibi seslen, Fidel, hangisini istersen, bizim Fidel”. (A.g.k., s. 397). “Başkan”, yurttaşlarının tamamını kucaklayan, insanlarına bu kadar yakın ve sıcak... Tanıdığınız, tanımadığınız insanların resmi geçidi, 1960’lardan 2000’lere kadar siyasetin, aslında hayatın akışı... “Ankara’da Sıcak Bir Yaz Günü”. Ankara’dan her anlamda Türkiye’ye yayılan “sıcaklık”. Bahattin Yücel, eline sağlık!..