Ocak 1981, Strasbourg, Avrupa Konseyi toplantısı.
12 Eylül 1980 askeri darbesi üzerinden dört ay geçmiş, Avrupa Konseyi kış dönemi toplantısı için bir araya geliyor. Darbeden sonraki ilk toplantı. Gündem Türkiye.
Avrupa Konseyi’nde iki ana eğilim var:
“Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nden atalım.
Hayır, atmayalım”.
Avrupa’dan atma tezinin aslında çok sağlam dayanakları var.
12 Eylül darbe yönetimi ülke içinde esip savuruyor. İşkenceler, idamlar, kitlesel tutuklamalar, devletten memurları, üniversitelerden akademisyenleri atmalar, siyasal partileri kapatmalar, Meclise kilit vurmalar, tam faşizm.
Kimse ağzını açamıyor, açanı içeri tıkıyorlar. Gazeteleri süreli ya da süresiz kapatıyorlar. Sendikalar dahil, sivil toplum hareketleri askıda. Kısaca:
Temel hak ve özgürlükler ayaklar altında, insan hakları ihlalleri had safhada.
Ve bunlardan dolayı kimse kimseden hesap soramıyor. Hakkını arayamıyor.
İşte, böyle bir ortamda Avrupa Konseyi’nde çeşitli ülkelerden ciddi bir çoğunluk Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden atılmasını istiyor. Çok haklı olarak.
“Atılmasın” diyenler de var, ama onların elinde kendi tezlerini savunacak koz pek yok. Nasıl olsun, sadece “siyasi argüman” (tez) ileri sürüyorlar:
“Atarsak daha kötü olur ve Türkiye üzerinde hiç bir denetim mekanizması çalışmaz hale gelir. Ama, Avrupa Konseyi’nde kalırsa, yönetimde askerler de olsa, yine de bir diyalog kurma fırsatı doğabilir. Aksi halde, bütün kapılar kapanmış olur”.
Atmak, bir ülkeyi sadece o çatının dışında bırakmak değil. Onun çok ötesinde, atılan ülkeye siyasi ve daha kötüsü, ekonomik ambargo uygulanıyor. Avrupa ile ilişkileri bütünüyle askıya alınıyor, donduruluyor.
Ülkeye “ne halin varsa, gör” demenin ta kendisi.
Atılmaya karşı çıkanlar, siyasi ve ekonomik ambargonun, Türkiye’yi daha derin krize iteceğini, bunun da Türk Halkına faturasının çok daha ağır olacağını söylüyor.
Avrupa Konseyi 1981 Ocak ayında bu havada toplanıyor.
AKP iktidarının son üç, dört yılında, özellikle de son iki yılda Batı’nın Türkiye’ye karşı her alanda, her geçen gün sertleştiğini görmek mümkün, gün gibi ortada.
Batı medyası koro halinde ve hemen her hafta, hatta bazen daha da fazla, “Türkiye’de özgürlüklerin ortadan kalktığını, giderek otoriter bir devlet haline geldiğini, demokrasiye son verildiğini, yolsuzluk iddialarının arttığını, yargının yürütmenin emrine girdiğini ” ısrarla savunuyor.
Sadece Avrupa değil, Amerikan medyası da öyle. Gazeteler, dergiler bugüne kadar görülmeyen sıklıkta Türkiye manşetleri ve kapaklarıyla yayınlanıyor. TV’lerde yapılan Türkiye programlarında “Türkiye aleyhtarlığı” almış başını gidiyor.
Medyanın ötesinde, Avrupa ve Amerikan Meclis genel kurullarında ve komisyonlarında, siyasi partilerde, hatta hükümetlerde Türkiye’ye söylenmedik söz kalmıyor, olağanüstü eleştiriler birbirini izliyor.
Bu eleştirilere misliyle karşılık veriliyor Ankara’dan. Her düzeyde, bazen diplomatik, bazen argoyla karışık.
İpler ha koptu, ha kopacak. Şimdiye kadar görülmemiş bir itiş kakış yaşanıyor Türkiye ile Batı arasında.
Batı bu eleştirilerinde haklı mı, evet haklı, sonuna kadar. Hele de, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında başlatılan “cadı avı”, son üç, dört yılın uygulamaları ile birlikte tuz, biber ekiyor.
Haklı ama, çözüm getiriyor mu?
Türkiye yeniden demokratik adımlar atıyor mu?
Yargı bağımsız hale geliyor mu?
Ve yaşadığımız olayların hepsi..
Haklı ama, çözüm getiriyor mu?
Sanmıyorum.
Şimdi 1981 Avrupa Konseyi toplantısı.
Herkes görüşünü açıklıyor, belli ki, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden atılmasını isteyenler çoğunlukta ve oylamadan da, bu sonucun çıkacağı kesin gibi.
Oylamaya geçilecek, Türkiye atılsın mı, atılmasın mı, oylaması.
Avrupa Konseyi’de o tarihte altı dil konuşuluyor. Her konuşma simultane çevirmenler (anında çevirenler) tarafından altı dile çevriliyor. Herkes kimin, ne dediğini anlamış oluyor.
Artık son dakikalar... Oylama başlayacak... Ve son konuşmalar...
O da ne?
Bir anda konuşma düğmelerinde ışıklar sönüyor.
Çeviri imkansız.
Çünkü, simultane çevirmenler greve gidiyor.
Çevirmenler greve gidince, toplantı tatil ediliyor.
Oylama yapılamıyor.
O gün Strasbourg’da bu sahneleri ve bu akıl almaz sürpriz gelişmeyi büyük şaşkınlıkla izleyen gazeteciler arasında ben de varım.
Avrupa Konseyi tarihinde çevirmenlerin grevi gibi bir olayın benzeri yok.
Sonradan öğreniyoruz ki, perde arkasında dönen kuliste, “atılmasın diyenler, atılsın diyenleri ikna ediyor”. Pratik çözüm olarak, kimsenin görünürde geri adım atmadığı bilinsin diye, o müthiş çözüm bulunuyor:
“Çevirmenler greve gitmiş olsun, toplantı fiilen ertelensin, sonrasına bakarız”.
Türkiye bu formülle o gün atılmaktan kurtuluyor. Aynı yıl üç ay sonra Nisan toplantısına gelindiğinde, Batı askerlerden sözünü almış oluyor.
“En geç iki yıl içinde seçimlere gidilecek”.
Ocak ile Nisan arasındaki üç aylık sürede Avrupa Konseyi defalarca Türkiye’ye geliyor, askerlerle diyalog kopmadığı için 1983 Kasım ayında yapılan seçimlerle demokratik yol yeniden açılıyor.
Amerika ve Avrupa Birliği’nin günümüzde sürekli olarak Türkiye’yi eleştirmesi Türkiye’de hiç bir şeyi değiştirmiyor.
Amerika ve Avrupa Birliği Türkiye’ye yaklaşımında yeni bir yol, yeni bir yöntem bulmak zorunda.
Türkiye’nin her anlamda yeniden normalleşmesi, terörün son bulması için yaklaşımını değiştirmesi gerek.
Gerçi, diyalog kanalları açık ama, o kanallarda görüş alış verişi yerine, karşılıklı hakaretler gırla gidiyor. Atış serbest.
Aslında Batı Türkiye’yi iyi analiz ediyor, o halde herkese yardımcı olacak çözüm bulması mümkün olabilir.
“Çevirmenlerin aniden greve gitmesi” kimin aklına gelirdi ki.