“Sevgi bir bitki olsaydı, zeytin ağacı olsun isterdim. Çünkü dayanıklı. Aşk ve sevgi de yıllarca dayanırdı.” Geçtiğimiz günlerde yaptığımız çocuklar için felsefe atölyesinde 11 yaşındaki bir çocuğun dilinden döküldü bu cümleler.
Yetişkin bir insandan duysam şaşırmazdım ama bir çocuktan duymak şaşırttı beni. Yaşadığımız hız çağının temel karakteristiği sayabileceğimiz gelip-geçicilik çocuklar için de mi bir sorun olmaya başladı artık diye düşündüm.
Her şey bir yana, gerçekten bir sorun mu bu gelip-geçicilik? Neden insan kalıcılık peşindedir? Neden bazı şeyler hep aynı kalsın bitmesin isteriz? Varsan baksan hayatın özü “değişme” değil mi? Eğer öyleyse kim gelip-geçicilikten muaf olabilir? Sevgiyi, aşkı ayrı bir kenara nasıl koyabiliriz?
Sevginin kalıcı olmasını, sonsuza kadar sürmesini isteriz. Sevdik mi, “Seni ölünceye kadar seveceğim.” “Aşkımız hiç bitmeyecek!” sözleri düşmez dilimizden. Hep sevilmek, tutkuyla aşık olunmak da isteriz aynı zamanda.
Oysa hayat böyle mi? Her şey değişip dönüşürken sevgi nasıl kalıcı olacak? Aşk da öyle değil mi, bedenimizi titreten o duygunun hep aynı şiddette kalacağını nasıl bekleyebiliriz? En ateşli duygular bile suya düşen bir kor parçası gibi yok olup gitmez mi? Bunun sayısız örnekleri yok mu hayatımızda, başkalarının hayatında?
Ne diyordu antik Yunan dünyasının tutkulu filozofu Herakleitos, “ her şey akar, her şey değişir, aynı nehirde iki kere yüzemeyiz” ne o nehir eski nehir, ne de o eski sensin artık. Bu gerçekliği bilir ve kabul ederiz, fakat ızdırap verici bir kabul ediştir bu. Değişimi kabul etmek örtük olarak ölümü kabullenmektir bir bakıma. Çünkü zaman akıp giderken hep bir şeyleri alıp götürür bizden, bedenimizden, duygularımızdan.
İnsan öleceğinin, bir gün yok olacağının bilincinde olan belki de tek varlık. Bu bilinç, yaşadığımız sürece bütün yapıp etmelerimize damgasını vuruyor. Farkında olalım ya da olmayalım bütün eylemlerimize dayanak olan temel gerçeklik, kaçınılmaz sonun, yani ölümün bir gün geleceğini bilmektir. Bu gerçeklik bizi sel sularına kapılmış bir varlık gibi hayatta tutunacak bir şeyler aramaya yöneltir. Belki de bu yüzden kalıcı şeyler bulup, onlara tutunarak hayata kök salmaya çalışırız. Fiziksel dünyadaki gelip geçicilikle baş edemediğimiz için, sevgiye, aşka, duygulara, düşüncelere kalıcılık yükleme derdine düşeriz.
Baştaki sorumuza dönelim o zaman, her şey bu kadar değişirken sevgi, aşk bundan muaf tutulabilir mi, onları yönlendiren hatta belirleyen şeyler de fiziksel gerçekliğimizin bir parçası değil mi?
Evrimsel psikoloji, en akıl dışı tutkularımızla açıkladığımız aşkın kökenleri için bile geçirdiğimiz evrimsel süreçlere işaret eder. Eş seçiminde kadının ve erkeğin duygularını yönlendiren bu süreçlerdir.. Evrimsel psikologlara göre, öyle rastgele kimse birine sevdalanıp kendinden geçmez. Kadın, hem kendine hem çocuğuna kol kanat gerebilecek, en azından çocuğun büyüme sürecinde ihtiyaçları karşılayabilecek erkekleri, erkekler ise soyunu sopunu devam ettirebilmeleri için kendisine sağlıklı çocuklar doğuracak ve annelik yapabilecek kadınları tercih eder, biriyle de yetinmez, soyunu dört bir yana saçmak ister. Çocuklarımızın kendimize benzemesi nasıl da göğsümüzü kabartır, mutlu eder bizi.
Bir tür ölümsüzlük arzusu değil midir bütün bunların altında yatan gizli güç?
Sevgi de, aşk da, bir gün biter mi?
Bitmez belki ama aynı da kalamaz.
En güzel aşk şiirlerini her okuyuşta başka okuruz. Her “seni seviyorum” deyişimiz de başkadır aslında. Bunları biliriz bilmesine ama fiziksel dünyadaki bu akışa karşı tutunabildiğimiz bir şeylere sarılmak, bir şeylerin aynı kalacağına dair güven duymak isteriz, bu bizi rahatlatır. Belki de yoktur başka tutunacağımız bir dalımız.
Varsın değişsinler, dönüşsünler, hiç kalmasınlar...
Her şey avuçlarımızın içinden kayıp giderken seviyor olmak duygusu, birine aşık olmanın verdiği heyecan belki de en sona kalacaktır, bir tek onlar...
Füruğ bize söylemeye devam etmiyor mu? “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla”
Aşk da bir uçuş değil midir zaten?
Sevgililer gününde kalıcı aşk arayanlara gelsin. Ezginin Günlüğü söylüyor.