“Hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan gelir.” Emil Michel Cioran
20. yüzyıl, birçok düşünüre göre, ideolojilerin ete kemiğe büründürülüp, toplumların biçimlendirilmeye çalışıldığı, bir bakıma toplum mühendisliği yapıldığı bir yüzyıl oldu. Bunda başarılı olunduğu ölçüde de, 20. Yüzyıl, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarının, soykırımların yaşandığı kanlı bir yüzyıl oldu. İdeolojilerin toplum mühendisliği yapma adına döktükleri kanlar, emperyalist savaşlar ve bağımsızlık savaşlarında dökülenlerle birleşince de ortaya 20. Yüzyılın dehşet verici tablosu çıktı.
İnsanlara iyi ve mutlu bir yaşam vadeden birer ütopya olarak ortaya çıkan ideolojiler uygulamaya geçirilip toplumu biçimlendirmeye başladığında maalesef kısa zamanda birer distopyaya dönüşmektedirler. Çok iddialı gibi olsa da, bu durumun her tür ideoloji veya ütopya için geçerli olduğunu söylemek mümkün. Bir ütopya görünümüyle ortaya çıkıp uygulanmaya başlandığında tez zamanda distopyaya dönüşmek bütün toplum projelerinin kaderi gibi görünüyor maalesef.
70’li ve 80’li yıllarda adını çok duyduğumuz Kızıl Kmerler’in ülkesi Kamboçya’dayım. Kızıl Kmerler’in on binlerce insanı bir ideoloji adına, komünist bir tarım toplumu yaratmak için vahşice öldürüp oracıkta topluca gömdüğü Ölüm Tarlaları’ndayım. Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh yakınlarındaki Choeung Ek Genocidal Center, her gün binlerce insanın ziyaret ettiği bir soykırım müzesi. İçeriye adım attığınızdan itibaren baktığınız her yerde ölümün soğukluğu kendini gösteriyor. Kafatasları, kemik parçaları, dişler… Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk ölüler. Kamboçya’nın en okur yazar kesimi, aydınları, sanatçıları, öğretmenleri. Etraf toplu mezarlardan kalan çukurlarla dolu, her çukurun başında kaç ceset çıkarıldığı yazıyor, 450, 300, 250… Kadın, çocuk, çıplak…
Nedir bu Kızıl Kmerler, kimdir Pol Pot? Neden öldürmüş bunca insanı?
Laos, Kamboçya ve Vietnam soğuk savaş yıllarında Amerika, Sovyetler Birliği ve Çin’in, her türlü fırsattan yararlanıp kendi kontrollerinde bir iktidar oluşturmak için gözlerini diktikleri üç komşu ülke. Kızıl Kmerler adlı örgüt Kamboçya Komünist Partisinin silahlı kolu. 1960’lı yılların sonlarından itibaren mücadele veriyor. 1975 yılında başkent Phnom Penh’e saldırıp iktidarı ele geçiriyorlar. Yoksulluk ve açlığın pençesinde kıvranan iki milyonluk şehir sevinçle karşılıyor komünistleri. “Demokratik Kamboçya” adıyla yeni bir yönetim kuruyorlar.
Kızıl Kmerlerin lideri ve başbakan Pol Pot Fransa’da eğitim görmüş varlıklı bir ailenin çocuğu, son yıllarını Çin’de geçirmiş ve Maocu tarım politikalarından etkilenmiş bir komünist. İlk etapta ülkenin dışarıyla bağlantıları kesilip, bütün iletişim araçlarına el konuluyor. Tarım politikalarını uygulamak için şehirdeki insanları köylere göçe zorluyorlar, başkent Phnom Penh bombalanacak bahanesiyle hızla boşaltılıyor. Binlerce insan zaten açlıktan yollarda telef oluyor. Okumuş yazmış, aydın, sanatçı, şehirli olan herkes Amerikan ve burjuva ajanı olmakla suçlanıp işkenceden geçirilip öldürülüyor. Köyler kendi içlerinde yalnızlaştırılıp her biri birer çalışma kampına dönüştürülüyor, tek tip giysi, tek tip saç modeli zorunlu oluyor. Birbirlerine uygun oldukları düşünülen kişiler zorla evlendiriliyor. Çocuklar sıkı bir politik eğitime tabi tutulup, rejim düşmanlarını ihbar etmeleri öğretiliyor. Bütün dinsel faaliyetler yasaklanıyor. Entelektüellerden başlayan yok etme faaliyetleri Çin ve Vietnam kökenli Kamboçyalılara uzanıyor. Kişisel eşya edinme, ayrı yemek yeme, duyguları dışa vurma yasaklanıyor. Emirlere uymayan ya da karşı gelenler için tek bir ceza uygulanıyor, idam. Önceleri kurşunla yapılan infazlar sonradan ekonomi olsun diye boğarak ya da kazma kürekle, sopayla yapılmaya başlanıyor.
Daha çok ayrıntıya girmeyeceğim merak edenler için bu bilgilere ulaşmak kolay, sonuçta 200.000’i idam şeklinde olmak üzere Kamboçya nüfusunun üçte biri, yaklaşık 2 milyon kişi 1975-79 yılları arasında yok ediliyor. 1979 yılında Vietnam’ın ülkeyi işgal etmesiyle Kızıl Kmerler iktidarı yıkılıyor, Pol Pot helikopterle Tayland’a kaçıyor ve ölümüne kadar da Kamboçya’nın başına bela olmaya devam ediyor. Kamboçya’da olası bir Marksist rejime karşı kullanma olasılığı gözetilip ABD tarafından el altından korunuyor. 1990’lı yıllarda örgüt tamamen dağılıyor. 1998 yılında Pol Pot yargılanamadan eceliyle ölüyor. Üst düzey yöneticiler Birleşmiş Milletler desteğiyle yargılanıp ömür boyu hapis cezasına çarptırılıyorlar. Cezaları 2011’de kesinleşiyor, halen hapisteler.
Başkent Phnom Penh’te yer alan ikinci merkez, Tuol Sleng Soykırım Müzesi. Burası şehrin merkezinde yer alan, 15.000 kişinin işkencelerle öldürüldüğü tahmin edilen bir sorgulama merkezi. Öncesinde bir okul olan binalar Security Prison 21 (Güvenlik Ofisi 21) adıyla bir işkence haneye dönüştürülmüş. Dolaşırken insanın tüylerini ürperten müzede bazı sınıfların yazı tahtaları hala yerlerinde asılı, panolarda ise kurbanların merkezin kayıtları için çekilen fotoğrafları var. Binaların bazı katları ahşap veya tuğlalarla neredeyse sadece nefes almaya yetecek büyüklükte hücrelere bölünmüş. Vietnam işgaliyle iktidar yıkıldığında merkezde sadece 8 kişi sağ olarak bulunmuş, bütün işkence aletleri, askılar, prangalar hücreler ise yerli yerinde duruyormuş.
Kamboçya yaralarını henüz tam olarak sarabilmiş değil belki ama kendi çapında bir demokrasi işletmeye çalışıyor. Ekonomik sorunları ağır, halkın çoğunluğu yoksul. Ama geçmişiyle yüzleşmeyi büyük ölçüde başarmış görünüyor. Kızıl Kmerler iktidarı birer yüzleşme kalesi diyebileceğim o iki müzeye gömülmüş gibi.
Bizim geçmişimiz denince nedense sadece parıltılı sayfalar hatırlanmak istenir. Yüzleşme noktasından henüz çok uzağız ve nedense bir türlü de yaklaşamıyoruz. Oysa bu ülke bir 12 Eylül yaşadı, bir Diyarbakır Cezaevi gerçeği yaşadı. Bir tane bile önüyle arkasıyla açığa çıkarıp sorgulayıp kenara koyabildiğimiz yüzleşme hikâyemiz yok. Güneydoğuda on binlerce kayıp insan, bir ara açılmaya başlanmış toplu mezarlar, suçlular hakkında açılan davalar… Biraz umut ama sonrasında daha da karanlık sayfalar, yeni toplu mezarlar… Cizre’nin bodrumlarına, Sur’un duvarları arasına gömülen yeni bedenler.
Geçmişimiz… Ah ne yazık ki geçmişimizle hesaplaşmadan iki yakamız bir araya gelmeyecek. Ermeni Soykırımı, Türkleştirme politikaları adına yapılan zulümler, mübadeleler, Dersim katliamı, Varlık Vergisi, 1980 öncesi katliamlar Kahramanmaraş, Çorum, 1 Mayıs 77… 12 Eylül darbesi, Diyarbakır Cezaevi, Sivas Katliamı… Memleketimizde kaç tane müze açılması gerekecek acaba? Kaç tane ölüm tarlası var güneydoğuda…
Soykırım müzesini gezerken yanımdaki Kamboçyalı arkadaş benim yüzümdeki mutsuz ifadenin etkisiyle olsa gerek, bir şeyler söyleme gereği hissediyor ama söyleyemiyor da ellerini iki yana açarak yüzüme bakıyor sadece, bakışları “Kamboçya böyle işte, çok kötü şeyler yaşanmış, ne yapabiliriz?” diyor. Oysa ben o sırada, müzede sergilenen işkence aletlerine bakarken dalıp gitmişim. 21 yaşımda İzmir’in denize bakan modern emniyet binasında bunlardan hangilerine maruz kaldığımı anlamaya çalışıyorum. Kollarımı arkadan bağlayarak nasıl bir düzenekle astılar acaba, tavanda kanca gibi bir şey mi vardı? Sonradan takmış olmalılar. Demek işkence sırasında burada da soyuyorlarmış insanları. Cinsel organıma vurdukları sopa acaba şurada duran ince burgulu olan mıydı? Yok bu tropikal bir bitki olmalı bizde yoktur. Sopalar çok çeşitli, inceden kalına, düzden burgulu olanına çeşit çok. Falaka sırasında şu düz kalın olanla ayaklarımı kaldırmış olmalılar, hangisiyle vurdular peki? Dedim ya dalıp gitmişim, keşke bizde de açılsa da işkence müzeleri diye düşünüyorum, anlasak neyi nasıl yaptıklarını… Kollarımı iki yana açıp gülümsüyorum ben de sadece...