Gerçi olay geçen hafta yaşandı ve konu kapandı sayılır ama ben size yeniden hatırlatacağım. Hikaye sosyal medyada İzmir Bayraklı’da görev yapan bir ilkokul öğretmeninin paylaşımıyla başlıyor. 33 öğrencinin ders gördüğü 3/C sınıfının sahiplendikleri ve Tombi adını verdikleri bir kedileri var. Öyle ki, öğretmenin anlatımıyla, Tombi öğrencilerle beraber derse girip çıkıyor, ders akışını asla bozmuyor, hatta öğrencilerin okul hayatına bağlanmalarında yardımcı oluyor. Bütün sınıfın sevgisini kazanan Tombi de 3/C sınıfı öğrencilerine bağlanıyor. Böyle olunca, öğretmen Özlem Pınar İvaşcu Tombi’nin aşılarını yaptırıp sağlık karnesini alıyor. Her şey buraya kadar güzel, asıl hikaye bir öğrenci velisinin kedinin sınıftaki varlığından şikayetçi olmasıyla başlıyor. Öğretmen şikayet üzerine, kediye bir bakıcı buluyor fakat bu değişiklikten mutsuz olan Tombi yemeden içmeden kesiliyor. Öğretmen bu sefer Tombi’yi kendi evine alıyor, fakat durum değişmiyor. Bunun üzerine zor durumda kalan öğretmen yaşananları sosyal medyada paylaşıyor. Bu paylaşım sosyal medyanın gücüyle hızla yayılıp diğer basın ve yayın organlarına da sıçrayınca İzmir İl Milli Eğitim Müdürü, kendisi de bir hayvan sever olarak duruma el atıyor ve Tombi sınıfına döndürülüyor. Sosyal medya kullanıcıları ve hayvan severler derin bir “oh” çekip rahatlıyorlar. Konu böylece mutlu bir sonla kapanıyor.
Şimdi “Eee” diyeceksiniz “bunca yoğun gündem arasında, minicik kız çocuklarına şehitlik kefenleri biçilirken Tombi’yi yazmak nereden çıktı.” Haklısınız, olay “mutlu” sonla kapandı gitti aslında. Kapandı ama benim kafamda başka düşüncelere yol açtı, yoksa Tombi’nin sınıfa dönmesinden, bundan dolayı hem Tombi’nin hem de 3/C sınıfı öğrencilerinin mutlu olmasından bir şikayetim yok. Yanlış anlamalardan korunmak için, dokuz yıldır bir kediyle yaşadığımı, ona “kedim” bile diyemediğimi, hayatı olabildiğince beraber paylaştığımızı da ekleyeyim.
Beni düşündüren, hayatın önümüze koyduğu bazı seçimleri yaparken, bir karar vermemiz gerektiğinde, çoğunluğun isteğinin bizim kararlarımızda nasıl büyük bir etkide bulunduğu ve sorgulamayı bir kenara bırakarak nasıl uyum gösterdiğimiz oldu. Bu olayda olduğu gibi karar mekanizmalarımız şöyle işliyor: “33 öğrenci durumdan memnun, öğretmen de istiyor, üstelik gerekli önlemleri almış. Sadece ama sadece bir veli şikayetçi...” Vurguyu “sadece bir veli” üzerine yapıp düşünmemizi buradan sürdürüyoruz. Böylece zihnimiz, o az olanı, azınlıkta olanı, bir tane olanı dışlıyor. O kişiden herkese ya da çoğunluğa uymasını, rahatsızlığını bastırıp, sessiz kalmasını bekliyor ve istiyoruz. Hatta onu yargılama eğilimi taşıyoruz: “Ne ilginç bir insanmış, nedenmiş ki, hayvan sevmiyor muymuş, takıntısı mı varmış?”
Oysa o velinin tek başına olmasına rağmen kendince haklı gerekçeleri olabilir, bunları kolayca göz ardı ediyoruz, çünkü hem 33 kişiye karşı bir kişi, hem de ortada hayvan sevgisi gibi bir değer, sevimli bir kedi, bunun çocukların hayatına katabileceği olumlu özellikler ve öğretmenin otoritesi var.
Şimdi düşünmemizi kolaylaştırması için çeşitli varsayımlar üretelim.
Diyelim ki o bir öğrencinin kedilere karşı alerjisi var. Kedi alerjisi olanlar bilir, çok kötü bir durumdur bu, bırakın kediyle aynı ortamda bulunmayı, kedinin daha önceden bulunduğu ortama girildiğinde bile anında gözler kızarır, şiddetli hapşırıklar başlar, katlanılır bir durum değildir yani.
Böyle bir durumda ne olacak? Bir tarafta 32 öğrenci, öğretmen ve Tombi, öbür tarafta mutsuz bir çocuk. Çocuğu başka bir sınıfa göndermek mi? Bu onun mutsuzluğunun katlanması anlamına gelebileceği gibi bunu asla istemiyor da olabilir. Tombi kadar o da sınıfını ve arkadaşlarını çok seviyor diye düşünün.
Başka bir olasılık, diyelim ki o öğrencinin kedilere karşı bir fobisi var. Bu fobinin nasıl olduğu konumuzun dışında. Var kabul edelim. Böyle bir durumda o öğrenciyi sınıfta tutmak olanaksız hale gelir.
Başka bir olasılık daha, öğrencide dikkat dağınıklığı var ve çok sevdiği halde, kediyle aynı ortamda olunca dikkatini asla derse toplayamıyor olabilir.
Hadi çocuğu bir tarafa bırakalım, diyelim ki, annenin hijyen takıntısı var (ki öyle olduğu söyleniyor) Bu durumda, çocuğu sınıfa girdiğinde bu sefer anne dışarda mutsuzluktan kıvranıyor olacak.
Bu varsayımların bir tanesi bile gerçek olduğunda karar vermenin epeyce zorlaşacağı çok açık.
Milli Eğitim Müdürünün Tombi’yi sınıfa döndürme kararında şikayetçi olan veliyi nasıl “ikna” ettiğini bilmiyoruz. Yapılan açıklamada “gerekli sağlık koşulları yerine getirildikten sonra, Tombi’nin sınıfa döndürülmesine karar verildi” deniyor. E zaten öğretmen daha önce yapması gerekeni yapmış, Tombi’nin bütün aşılarını yaptırıp sağlık karnesini almıştı. Ne değişti, Milli Eğitim Müdürlüğü fazladan ne yaptı da bu kararı aldı, bunu bilmiyoruz.
Sonuçta ortaya çıkan karar herkesi memnun etti. Kimse o tek öğrencinin ve velisinin hakları korundu mu diye merak etmedi. Geride daha çok bu “tatsız” karşı çıkış nedeniyle “o veli”yle ilgili içimizden geçirdiğimiz olumsuz yargılar kaldı bizde. Hep beraber derin bir “oh” çektik, yaşasın, 33 öğrenci, bir öğretmen ve Tombi’nin mutluluğu.
Gelelim beni düşündüren asıl konuya. Bir karar verilmesi gerektiğinde genellikle otoriteden yana (bu otorite örneğimizde olduğu gibi, bazen çoğunluk (hatta herkes), bazen orada yetkili olan (öğretmen), bazen önceden kabul görmüş doğrular(hayvan sevgisi bunun çocuklar üzerindeki olumlu etkisi) tutum alıyoruz. Çoğu zaman durumdan rahatsız olan, azınlıkta olan ya da yalnız kalanın hakları kolayca göz ardı edilebiliyor. Ondan ya sesini çıkarmaması ya da herkes gibi olması bekleniyor.
İstanbul’un yeni yetme, yüksek katlı rezidans apartmanlarının birinde yaşayan ve balkonunda üç-beş çiçek yetiştiren bir arkadaşıma apartman yöneticisi boylu boyunca bütün binayı göstererek “bak hiç kimsede çiçek var mı?” diye şikayet etmişti, “sende niye var” demeye getiriyordu. Aslında sıkça yaşadığımız şeyler bunlar ve örnekleri herkes kendi yaşadığı benzer durumları hatırlayarak kolayca çoğaltabilir.
Benim derdim, buradaki “herkes”in taşıdığı potansiyel tehlikeye dikkat çekmek ve Tombi olayı sırasında yaşadığımız basit gerçekliğin, daha büyük ölçeğe taşındığında varabileceği yerler üzerine düşünmek.
Herkesin farklı olduğu ortamlarda tek başına olmak, buna rağmen ses çıkarabilmek zordur. Çocuklarımıza ve kendimize çoğu zaman sıkça söylediğimiz bir şeydir: “Bak herkes öyle yapıyor, sen de herkese uy.” Buradaki “herkes” belli bir güç demektir ve o güç, bizim bireysel haklarımızı gasp etme potansiyelini içinde taşır. “Herkes”in sahip olduğu güç eğer iktidara taşınırsa, ki bunu elde etmesi de zor değildir, kendi dışında kalanların soluğunu kolayca kesebilir. Farklı olan için geriye “kırk katır mı, kırk satır mı” seçeneksizliği kalır sadece. Ya herkes gibi olacaksın ya da hiç. “Herkes”in ya da çoğunluğun gücüne dayanan iktidarlar bu gücü acımasızca kullanıp dışarda kalanı ya da farklı olanı tehlikeli sayıp, yok etme, sindirme yoluna giderler. Her tür totaliter, tek tipçi yönetimlerin, diktatörlüklerin dayanakları güçtür bu ve bu yüzden hep popüler olana oynarlar.
Heteroseksüel bir dünyada başka bir cinsel yönelime sahip olduğunuzu, erkek egemen bir toplumda kadın olduğunuzu, hep sağlıklı ve genç insanlar için dizayn edilmiş bir şehirde engelli veya yaşlı olduğunuzu, herkesin tek tip elbiseler giydiği ortamda farklı bir giyim tarzına sahip olduğunuzu, Kürt olmanın potansiyel “bölücü terörist” olarak görüldüğü bir ortamda Kürt olduğunuzu, beyazların içinde siyah, siyahların içinde beyaz olduğunuzu, herkesin inandığı şeyden farklı inancınızın olduğunu, başı açıkların içinde kapalı, kapalıların içinde başınızın açık olduğunu, tek dilin konuşulduğu ortamda farklı bir anadile sahip olduğunuzu, savaş çığırtkanlığı yapılan ve karşı çıkanların “hain” sayıldığı bir ortamda barış yanlısı olduğunuzu düşünün, herkesin selama durduğu bir diktatörden nefret ettiğinizi düşünün. Ya da ne bileyim, Fener tribününde içinizden “cim bom” diye haykırmak geldiğini düşünün en azından. Düşünün sadece...
Zor, değil mi?