Antikçağ’ın ünlü filozofu Platon, içinde yaşadığımız ve bizim “gerçek dünya” olarak bildiğimiz dünyayı koca bir yalan olarak görür. Şöyle ki; Platon’a göre, içinde bulunduğumuz bu dünya (varlık alemi) gölgeler dünyasıdır. Biz doğduğumuz andan itibaren duyularımız aracılığıyla bu dünyanın algısına sahip oluruz. Oysa gerçek dünya bu değildir, bizim duyup gördüklerimiz, dokunduklarımız birer gölgeden ibarettir. Peki neyin gölgesidir bunlar? Platon’a göre asıl varlıkların, yani ideaların. Gerçek olan idealar dünyasıdır, bizim gerçek sandığımız dünya ise yalandır (gölge). Peki biz, bu yalan dünyadan sıyrılıp, gerçek dünyaya, idealar dünyasına ulaşabilir miyiz? Yalan bir dünyada olduğumuzu fark edebilir miyiz? Evet. Bunun yolu, aklımız aracılığıyla, idealara yönelmemizdir. Platon bu dramatik durumu anlatabilmek için ünlü mağara benzetmesini kullanır. Farzedelim ki bir mağarada dünyaya geldik ve doğduğumuz andan itibaren yüzümüz mağaranın iç duvarına dönük olacak şekilde bağlandık, boynumuzu bile çeviremiyoruz. Bizim bütün dünyamız, yüzümüzün dönük olduğu mağara duvarı ve o duvara düşen gölgelerden ibaret olur. Günün birinde, biri bizi bağlarımızdan kurtarsa ve mağaranın dışına çıkarsa, ışık gözlerimizi kamaştırır, hatta yakar, acı verir. Platon’a göre yaşadığımız ve adına gerçek dediğimiz duyusal dünya işte bu mağaranın duvarına yansıyan gölgeler dünyası, yani yalan dünyadır. Asıl dünya ise mağaranın dışındaki idealar dünyasıdır. Bu dünya kendisine ulaşılması için çaba gösterilmesi gereken, hatta ulaşıldığında insana acı veren ama asıl gerçek olan dünyadır.
Platon’un yalan dünyası, herkes için çok tanıdıktır. Hemen hemen bütün kültür ve dinlerde, hayatın gelip geçiciliğine vurgu yapılırken, yaşanılan dünyayı değersizleştirmek için sıkça kullanılır bu deyim. Asıl dünya, yine başka bir yerdedir. Yaşanılan dünya ise aslında gerçek olamayacak kadar yalanlarla dolu, sıkıntılı bir yerdir. Bütün bu sıkıntılara ancak başka bir dünya hayaliyle katlanılabilinir. Her şey gibi insan da gelip geçicidir, adına yaşam denen bu sınırlı süre, bir anlamda sınırsız olan öteki yaşam için bir geçiş, bazı inanışlarda bir tür sınav yeridir. Asıl gerçeği, mutluluğu, adaleti, mükemmeli bu dünyada aramak zaten boşuna bir çabadır.
Bütün bu üst tanımlamaları bir yana bırakıp, benim dünyam burası diyerek, içinde yaşadığımız dünya, toplum, kendimiz hakkında kafa yormaya başlayınca, nasıl bir yalan sarmalıyla kuşatıldığımızı görüp dehşete düşüyor insan. Hele her şeyin birbirine karıştığı günümüz siyaset ortamında, bir yalan bulutunun içinde yuvarlanıp duruyoruz. Üstelik bizim idealar dünyasına kaçma gibi bir lüksümüz de yok (platon bile pek kaçamamış yaşadığı dönemde) Şu bir gerçek ki, Platon gibi hepimiz yaşadığımız gündelik hayatın, yalanlarla örülü olduğunun farkındayız. Doğduğumuz anda, toplumsallaşma süreciyle aynı anda giriyoruz adeta yalanın içine. Hızla kuşatılıyor, teslim alınıyor ve suç ortağı yapılıyoruz kısa sürede. Anne-babamız yalan söylüyor, sokaktaki arkadaşımız söylüyor, okulda öğretmenimiz söylüyor, ders kitabımız söylüyor. Türlü türlü çeşidi var yalanın, öyle ki sınıflandırma ve derecelendirme gereği duyuyoruz.
Her tür yalan aslında bir iktidar ilişkisinden doğar, beslenir ve o iktidar ilişkisi tarafından şiddeti belirlenir. İster aile içinde, ister sevgiliye söylensin, isterse de devlet tarafından halka söylensin yalanın kaynağı aynı gibi gözüküyor. Bu anlamda, nerede ortaya çıkarsa çıksın, yalan, iktidar ilişkisinin bir ürünü gibi görünüyor. İktidar olmak, seni yöneteceğim, kararlar alacağım ve bunu senin adına senden daha iyi yapacağım demektir, ki bunun zaten kendisi bir yalandır. İktidar ilişkisi ne kadar dikey ve ne kadar mesafeliyse yalan da o kadar büyür ve çoğalır. En eşit olduğu düşünülen ilişkilerden yalan pek beklenmez. Beklenmedik olduğu için de, küçük bile olsa daha acıtıcı olabilir. İlişkinin yataylaştığı oranda da yalanlar hem azalır hem de etkisini kaybeder.
İktidar yoksa, yalana gerek de yoktur.
Bütün devletler, bir tür iktidar örgütlenmeleri olduklarından yalan söylerler. Hem de en büyük yalanlar devletlerden gelir, gündelik hayattaki yalanlar bunların yanında çok masumdurlar. Devlet olmak demek, zaten geçip insanların karşısına yalan söylemek değil midir bir bakıma? Hangi, düzeyde olursanız olun fark etmez, ister maliye müfettişi olun, isterse sıradan bir öğretmen insanlara devlet adına yalan söylersiniz. Devletlerin yalanlarının niteliği yine bu örgütlenme biçimi tarafından belirlenir. Faşist, totaliter, baskıcı rejimlerde iktidar sahipleri çok kolay ve büyük yalanlar söylerler. Pervasızdırlar, saklama gereği bile pek duymazlar. Devletin demokratikleşmesi şeffaflaşması yalanların söylenmesini zorlaştırır sadece. Geçmişten günümüze bize söylenen yalanlar ve bu yalanların söylendiği dönemlerin özelliklerine bakılırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Devlet komşunuzu en acımasız düşmana, kardeşinizi bir canavara dönüştürebilir. Sizi çok kolay bir şekilde, bir katil veya şehit, kahraman veya terörist yapabilir. Arkadaşınızı, ailenizi tehlikeli bulursa ortadan kaldırabilir. Sizi bir yerden bir yere sürebilir, bir yerde yaşamaya zorlayabilir. Sizi, kimliğinizi, dilinizi, inancınızı yok sayabilir. İsterseniz milyonlarca olun devletin gözünde “yok”, “sözde” olabilirsiniz. Gözünüzün önünde olup biten şeyleri görmez veya başka türlü görürsünüz. Devlet sizi kimliğinize göre fişleyebilir, izleyebilir, dinleyebilir. Bütün ideolojik aygıtlarıyla dört bir yandan kuşatılırsınız, masallarla, şarkılarla, şiirlerle, derslerle kılcal damalarınıza kadar girilir. Sabırlıdır devlet. Size her sabah ant içirir. Yalan bir dünyayı her sabah önünüze serer, her saniye beyninizi yıkar. O dünyayı sizin için içselleştirir. Öyle ki kurtulmak kolay değildir bütün bunlardan, Platon’un mağarasından dışarı çıkan bilgenin gözlerinin yanması gibi, yalanı fark etmek rahatsız edici olur. Gerçek gözümüzü ve aklımızı yakar. Etkisi de kolay kolay gitmez bu kuşatmanın, en ateşli solcu bile olsanız damarlarınızda dolaşan resmi ideoloji beklenmedik zamanlarda, çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir, neye uğradığınız anlamazsınız.
“... İnsanlarım, ah, benim insanlarım, antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler, kitaplar yalan söylüyorsa, beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, dua yalan söylüyorsa, ninni yalan söylüyorsa, rüya yalan söylüyorsa, meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı, söz yalan söylüyorsa, ses yalan söylüyorsa, ellerinizden geçinen ve ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli, elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir. Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü, bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”
Nazım “Elleriniz ve Yalana Dair” de ne güzel tespit eder yalanı ve yalanın nedenini. Aslında yalanın nasıl biteceğine de işaret eder. O “eller” isyan ettiğinde bitirecektir yalan düzeni. Sorun tabi bu yalanı ortadan kaldıran ellerin kendisinin nasıl bir iktidarı şekillendireceğidir.
Yeni bir iktidar, iktidarın yeni sahibi kim olursa olsun, yeni bir yalan dünya anlamına gelir mi bilinmez. Yaşanan deneyimler, başka, hatta bazen daha ürkütücü “yalan dünya”ların yaratıldığını gösteriyor. Bana kalırsa, her tür iktidar, kim olursa olsun yalana gebedir ve yine yalan üretecektir. Kendi çevremizdeki ilişkilerimizden başlayarak, İktidar ilişkileri yerine yatay ilişkiler üretip bunu hayatın bütün alanlarına yayabilirsek, belki o zaman yalana ihtiyaç kalmayacaktır.
Yalansız bir dünya, iktidarsız bir dünya olmak zorundadır, gerisi yalan...
Şarkım, kimse kusura bakmasın, Platon için geliyor... http://www.youtube.com/watch?v=VrHPvpeCIv0 Twitter: @ymbymb