“Ölümü hak etmek lazım!” Ustam Aziz Nesin’in çarpıcı sözlerinden. ‘Ainesi iştir kişinin’ ve boşa yaşamamış olmak anlamlarına gelen Nesin sözüne örnek bir adam olmaya çalışmayı ilk öğretmenim annem Necib’anımdan sonra, Darüşşafaka’daki, Hacettepe’deki öğretmenlerimin yardımı ile ve kitaplarından, yapıtlarından, haysiyetli yaşamlarından ve ürünlerinden yoluma yol kattığım ustalarımın izini sürerek itaat kültürüne karşı yazmayı sürdürüyorum. Bayram tatilini bahane edip Balçova Termal’de, Agamemnon kaplıcalarında dinlenmeye çekilmiştim. Halk TV’de sevgili arkadaşım Ahmet Yıldız’ın programı “Gerçek Edebiyat” programını izliyorum. Aziz Nesin konulu gidiyor sohbet. Usta ve uslanmaz yürekli hocalarımızdan Prof. Dr. Cevat Geray ve Nesin’in aydın avukatı Mehmet Özsuca ne güzel konuştular. Özsuca, Aziz Nesin’in dünyanın daha iyiye götürülmesi çabalarının halkın yararına olması koşulunda desteklediğini” söyledi. Sonra da Nesin’in ‘Bay Düdük’ öyküsünden bir bölüm okundu ve sürü psikolojisinde kurbanlıklar gibi otoriter kişilik aracı düdük ile güdülmeye alışık toplumun eleştirisi yapıldı. Halk TV’yi daha sık izlemeli. İzmir’de bayram tatili sırasında Konak civarında kalabalıkta anonim olmanın tadına vardığım sırada ve güneşli bir cumartesinin keyfini sürerken kulağıma protesto sesleri geldi, çevik kuvvet görüntüleri de hemen ardından gözüme çarptı. Etrafta koşuşturan, kaçışan insanlar olmadığına göre, bir sivil itaatsizlik gösterisi var. Bir gün önce Bostanlı’ya dostları görmeye giderken feribotta çektiğim fotoğrafın hemen yerini bulacağını bilemezdim.
Göstericilerin arasına girdim. Kalabalığa girince anladım tarihimizde çeşitli ‘yangın devrelerinden’ geçmiş Alevi vatandaşlarımız zorunlu din dersleri başta olmak üzere antidemokratik uygulamaları protesto ediyorlar. Muhittin Abdal bağlama çalıyor, gençler yerlere oturmuş dinliyorlar ve hep birlikte yanlışlara dikkat çekiyorlar. Sivil itaatsizliğin en güzel örneklerinden biri de bağlamalı, sazlı sözlü sürüyor. Haklılar, yıllar önce ‘insanın anadilinin yasaklanması en büyük şiddettir’ demiştim. Şimdi aynı sözü zorunlu din dersleri için söylüyorum. Din dersleri, Sünniler için de zorunlu olmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş temellerine ve insan haklarına aykırı görürüm. Bu dayatmacılık, ötekileştirmeyi, bütünü oluşturan farklı parçalar arasında husumeti, düşmanlıkları körükler. Çevik kuvvet ve belki bir sürü sivil polis dışında “gevrekçiler” de sarmış etrafı. Yerde açılmış tezgâhlarda kitap da satılıyor protestocular tarafından. Ama seyyar satıcılar eskiden olduğu gibi kâğıt külahlarda doğal kuruyemişler, gevrek (simitin İzmircesi) ve ‘çiğdemin’ (ay çiçeği, devramber, günebakan, aydın) yanı sıra ‘dağ çileği’ de satıyorlar. Bu meyve ile de böylece tanışmış oldum. ‘Yaban çileği’ de denen bu meyve, sivil itaatsizlik için güzel bir mecaz olabilir. Bakın yararları nelermiş: Doğal ‘anti-aging’ meyvesiymiş, yaşlanmaya karşı birebir bu yaban. Sivil itaatsizliğin genç yüreklilik işareti oluşuna da yerinde bir mecaz olabilir bu birçok derde deva meyve. İzmir’de 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddeti Kınama günü ve her yere sloganlar asıldı. HAKLI ŞİDDET YOKTUR! Her gün üç kadının ve cinsel kimlik ya da yönelimleri farklı insanlarımızın öldürüldüğü yurdumuzda şiddete karşı sivil itaatsizlik etmek de görevimizdir. Balçova Belediyesi de bir slogan asmış birkaç yere: KARANLIKLA SAVAŞIMIZ ASLA SON BULMAYACAK. Önce hoşuma gitti. Sonra bir paradoks içerdiğini fark ettim. Karanlıkla savaşımız asla son bulmayacaksa, karanlığın asla son bulacağına da inanmıyoruz demektir. Karanlık hep olacak, biz de hep savaşacağız, demektir. Sanırım kast edilen, KARANLIK SON BULANA DEK SAVAŞACAĞIZ! KARANLIK SON BULANA DEK SAVAŞIMIZ SÜRECEK! Zorbaya karşı direniş öyküleri anlatılırken fonda İskoç gaydası duymaya alışmışsınızdır. Halk TV de kullanıyor bu bellek uyaranını. Gövdesi göğe kalkmış bağlamaların, meydan sazlarının seslerinin de zemine konduğu isyan kültürünü de, Kız erkek “Delikanlı yürekleri” de beslemek lazım. Ancak gençler, evet ancak yitirmekten korktuklarını biriktirmemiş genç yürekliler, genç kafalar bu dünyayı daha iyiye götürebilirler. Yaşlıların, biz hocaların, büyüklerin genç kafaları yönetmek, kontrol etmek ya da baskı altında tutup onlara hadlerini bildirmek yerine, onları özgür düşünmeye, özgürlük yolunda kimliklerinden ödün vermeden yürüyebilecek yolu hazırlayabilmelerinde yardımcı olmamız gerekir. Tıpkı, kahramanın mitik yolculuğu kalıbındaki “mentor” (akıl hocası) gibi. Yunan mitolojisinde Herkül’ün işini babası Zeus’a yaptırdığını gördünüz mü? Hayır. Gerçekçi ya da fantastik edebiyat ya da sinema örneklerinde, akıl babası bir çıkmazda görünür, kahramana bir yol önerir, akıl verir, hatta çözümü ima eder ama işi onun yerine asla yapmaz. O yolda yürüyüp pişecek, yaralar alarak olgunlaşacak esas kız ya da esas oğlandır işi yapması gereken. Amerikan Rönesansı’nın dev ismi ve sivil itaatsizlik metni ‘On Civil Government’ metnini yazan Henry David Thoreau da daha ilk tümcelerinde iyi bir hükümet en az yönetendir, hatta hiç yönetmeyendir, der. Çünkü yönetilmek, özgürlüklerden fedakârlık ister ve itaat etmeyi gerektirir, kendini özgür hissedemeyen birey ise yabancılaşma yollarından, yaban yollardan birini yeğler. Thoreau, ödediği vergilerle Meksikalıların öldürüldüğü gerekçesi ile vergi ödemeyi reddedince hapse atılır. Bir buçuk yıl süresince de Walden gölü kenarında kendi yaptığı ahşap kulübede yaşar, doğayı inceler. Walden adlı kitabını okuyunuz. Onu hapiste ziyarete gelen düşünür şair Emerson sormuş: “Henry, ne işin var içerde?”diye de, Thoreau da “Waldo, asıl senin dışarıda işin ne?” diye karşılık vermiş. Sivil itaatsizlik zamanında ve yerinde yapılır, yapılmalıdır. Yabancılaşırlar, eziyet, işkence görürler, katledilirler, ama hep örnek asidirler. Nesin’in deyişiyle “ölmeyi hak ederler!” Raymond Williams’ın uyum sağlamayı reddeden ve salt bu yüzden yabancılaşmış üç kişi tipi vardır: 1. Asi içinde yaşadığı, onu mutsuz eden bu sistemi değiştirmek isteyen ve halkın, doğrunun yanındaki kişidir; dünyanın değiştirilebileceğini, bunu kendisinin de yapabileceğine inanır, bu yolda canını bile verebileceğini bilir, mutsuzluğa ve acıya kaydını yaptırmış gözüpek kişidir.2. İçine göçen yabancı: Bu kişi, dünyanın daha iyiye doğru değiştirilebileceğine inanır, fakat bunu kendisinin değil, başkasının yapabileceğine inanıp edilgenleşmiş kişidir. 3. Meczup (ya da serseri): Dünyanın daha iyiye doğru değiştirilebileceğine inanmaz, bunu ne kendisi yapabilir, ne de başkası. Elini eteğini tüm sorumluluklardan çekmiş kişidir. Aziz Nesin asiler sınıfındandı o zaman. Konuşmacılar onun önselliği, öncelliği ve halkın yararına gördüğü her şeye özen gösterdiğini vurguladılar. Nesin “İslam teslim olmaktır, aklını bir kenara bırakmaktır” demiş; Özsuca “Nesin, aklını bir kenara bırakmazdı, bunu kabul etmezdi” dedi. İzmirliler de, gördüğüm bildiğim kadarı ile öyleler. “İzmir Alsancak’ta deniz kenarındaki alanda ise Atatürk’ün İzmir Günleri sergisi yer almaktaydı. Gece de olsa gezdim sergiyi. Çevrede müzik yapan, ıslak çimenlere yayılmış ‘çiğdem’ çitleten gençler pastırma yazının keyfini çıkarıyorlardı. İzmirliler demokrat, İzmir güzel insanlar kenti. Belediye otobüslerinde cep telefonlarını kullanmıyorlar. Şoförler sinir küpü ya da cürüm adayı değil. Faytonları ile özgündür. Beni hep rahatlatır İzmir. Umutla dolarım, yola devam demek için pilimi şarj etmek üzere hep İzmir’e giderim. Bu kez şunu da fark ettim, ne yazık ki: Kordon boyunca Çin Seddi ya da utanç duvarı gibi salt manzarayı yağmalamak için arka sokakların önünü kapatan ve o sokakların denizden gelen rüzgârla soluk almasını engelleyen kilometrelerce aynı apartman. Evet hepsi aynı. Haliyle de vasatlaştırmış betonarme İzmir’i. Hemen hepsinde aynı oturma takımı, aynı avize, aynı yerleşim düzeni, çoğunda perdeler hep açık, denize bakıyor ya. İzmir’de vasata teslimiyet denli beni üzen ikinci bir yanlış daha var: Özellikle gençler çok sigara içiyorlar. Yazık dedim, keyif maddesi değil ki sigara, bedenin direncini azaltan, hatta beynin sağlıklı işlemesine ket vuran bir zehir. Her derde deva o ‘yaban çileğinden’ yeseler ya. Sigaranın asileri vurdumduymaz yapıp yapmadığı üzerine bir araştırma var mıdır, merak ettim? Haksızlığa, yanlışa başkaldırma hücrelerini ketleyen kimyasallar olabilir mi içinde? Beynin ön lobunda aşırı özgürce davranışlarımızı ketleyen hücreler varmış, alkol de o hücreleri ketliyormuş. Bu yüzden alkol şişede durduğu gibi durmuyormuş. Ya sigara? Dünyayı yöneten ülkeler sigaradan vaz geçerken, bizim tüketmemizi niye körüklüyorlar acep? Bir süre bilinçsizce içtim her ikisinden de, zararlarını gördüm biliyorum, artık içenlerin yanında bile duramıyorum. Bar vb. ortamlardan da hiç hoşlanmadım. Bar dedim de aklıma geldi. Yıllar önce, şair arkadaşım Salih Bolat beni Cinnah Caddesi’nde bir bara götürdü. Bir şarkıcı arkadaşının barıymış, “Yusuf, bestelerine belki yol açılır” dedi. İstemeye istemeye gittim. Bar sahibesi bizi çok güzel karşıladı, yuvarlak bir masaya oturduk. Kısa bir süre sonra sol yanıma çok konuşkan, deli dolu genç bir kadın oturdu. Beni sevmedi, benimle konuşmadı, çünkü konuşmuyordum. Salih’le de kırk yıllık ahbapmış gibi konuşuyordu, yeni tanıştıkları halde. Ben de ondan hoşlanmamıştım. Ortamı da yadırgamış, iyice suskunlaşmıştım. Huzursuzum. Derken, içeri tanıdığım bir adam girdi ve aynı misafirperver karşılamaya o da mazhar oldu ve sağ yanımdaki boş koltuğa buyur edildi. Bu adamı iyi tanıyordum. Atilla İlhan’dan yaptığı Mahur Beste’sini çok sevdiğim Ahmet Kaya’ydı. Kübalı bir müzik grubuyla kısa bir ziyaret için gelmişlerdi bara ve Kaya sağ yanımda, o deli kadın ise sol yanımda, konuşuyorlar. Ben ortalarında suskunum, Salih’e bakıyorum, ah beni nerelere getirdin gibisinden. Hocayım ya. Ketlenmişim, ya biri görürse diye. Derken, sol yanımda yıldızlarımız barışmayan genç kadını sahneye aldılar ve Ahmet Kaya’nın o çok sevdiğim bestesini, ‘O mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız’ı daracık sahnede öyle güzel okudu ki gözlerim büyüdü, ağzım açık kaldı. Bu nasıl sıcak, bu nasıl gürül gürül bir ses! Hafife almışım görüntüsünden, halinden, tavırlarından, ‘kadın dediğin’ diye başlayan ve onca yıl beslediğim önyargılarımdan. Şarkı bitince genç kadın geldi yine yanıma oturdu. ”Harika söylediniz” dedim. İltifata kulak asmayacak kadar pişmiş gibiydi. Ya da, senin iltifatına mı kaldık ukala, demiş de olabilir. Yakında albümü çıkacak dediler. Salih’e kaş göz ettim, erkenden kaçtık. Popüler olma şanslarımdan birini daha elimin tersi ile itivermiştim işte. Kısa bir süre sonra TV’de o deli genç kadını görünce ağzım bir kez daha açık kalacaktı ve albümünün çıkış şarkısı tüm Türkiye’nin de, benim de dilimden düşmeyecekti: ‘Kalbim duraksız haykırışlarda, ne yapsam ayrılamam senden asla! Hafife alma, aşk vurur insana, bu kadar kolay sanma delikanlım!’ Tecelli işte. Hafife alma yanlışına düşenlerden bağışlanması zor gruplar arasında bilim adamları gelir. Washington Irving başta olmak üzere, bilim adamının bilgisini, birikimini ve böylelikle gelen iktidarını kötüye kullanma teması çok eskiden beri işlenir. Amerikan öykücülüğünün babalarından Washington Irving’in “Rip van Winkle” başlıklı öyküsü, Goethe’nin Faust’u, aklıma ilk gelenler. İksiri içip yirmi yıl sonra uyanan ve ölümsüzlüğe kaydolmak isteyen Winkle, ruhunu şeytana satan Faust ile Anadolu mitolojisinden eshab-ı kehf (yedi uyurlar), hepsi ölümsüzlük arzusunu ve hayal gücünün en büyük kaynaklarından birinin ölüm saltık gerçekliği olduğunu da belirler. Ama anlatılan öykülerde zaafların ve fani bizlerin hatalarının da altı çizilir. Sinemada, edebiyatta, bilim dahil, mevki sahibi insanların hataları ve bu hatalar yüzünden düşüşleri hep daha etkileyici olur. Bir genetikbilimci eşcinsellerin kendilerini klonlatmak istediklerini söylemiş. Kendisine bunun nedeni sorulunca da, bilim adamı önyargılara ve ötekileştirme tuzaklarına düşmüş olduğunun kanıtlarını sunuvermiş: Eşcinseller ameliyat oldukları için hadımmışlar. Sonra bu yanlışı düzeltirken, transeksüellerin aslında hadım olduklarını söylemiş. Kendi isteği ile cinsiyet değiştirmek ile hadımlık arasındaki farkı bir genetikbilimcinin bilmesi gerekir. Genetikbilim ilerde, ana karnındaki genlere de, yine itaat kültürü başındaki otoriter kişilerin komutları ile müdahale edebilir. (Otoriter kişilerimize, başımızdaki bay düdüktlere dikkat çekmek, benden sonra Edelman’a düştü, bunu da hayretle okudum! Edelman’ın marifetleri için yerim dar. Bilen bilir, bilmeyen bir tutam mercimek sanır:) Genlere faşizan müdahalenin yapılabileceği tahmini yaz okulu dersimdeki panelde bir öğrencimden gelmişti. Ürkütücü. Prototipleştirme ve özgürlük bağlamında düşünüldüğünde, sivil itaatsizliğin uzandığı alanlar, bilim adamlarının alet olduğu uzamlar hakkında da şimdiden ya da çok geç kalınmadan düşünülmeli ve anayasalara tüm kimlik ve yönelimlerle hiçbir mazeret için oynanmaması gerektiği madde olarak ‘kişinin ergen kararı olmadan değiştirilemez’ kaydı ile konulmalıdır. Kimi vatandaşlarımızın etnik ya da inanç kimliklerini hayretler içinde yeni öğreniyor oluşları doğru ise, sebepleri de deşilmeli. Arkasından, hayatta kalma savaşımı çıkacaktır. Amerikan tarihinin Kızılderili öyküleri, zenci öyküleri benzeri acıların da tarihidir. Sevgili’de (Beloved) çocukları köle olmasın diye onları öldüren, sakat bırakan bir zenci Medea öyküsü Toni Morrison’a biraz da belki bu duyarlılık yüzünden Nobel getirmiştir. Çocuklarımıza bizden ‘başka’ ya da ‘farklı’ bir şey gördüğünde yadırgamamayı, şaşırmamayı ve sonra da yargılamamayı da öğretmeliyiz. Başka kültürlere maruz kalmak şart. Ötekileştirme illetini iyi kullananlar asilerin kucaklayıcı olduklarını da bilir. Asileri, delileri, vasat dışında, aykırı güzellikler taşıyanları beslemek, belki ilerde ‘klonlamak’ da gerek. Seraphine diye bir temizlikçinin, dahi bir ressam olduğunu ve böyle örneklerin de yaratıcılık derslerinde anlatılması, örnek olarak göstermeli. Çocuklara, başta yaratıcılık edimleri olmak üzere, dünyayı daha iyiye götürebilmek için, bizden, genel geçer ölçütlere aykırı duran farklı kişileri, kavramları, az tepilmiş, hatta hiç tepilmemiş yollara girmeleri için de yüreklendirmeliyiz. Çocuklara, gençlere, Bay Düdük’ün düdüğünden çıkan seslere ayarlı öğretilmiş korkularla yürümeyi değil, hep uyumlu köleler olmayı değil, kendilerinin yarattığı, kendi tercihleri yollarda yürümeyi öğretmeli, onlara bu tercihleri açmayı öğretmeli; böyle yollarda, gençler hayatları boyunca pişmanlık duymadan yürüyeceklerdir çünkü Frost’un ünlü şiirinin (‘The Road Not Taken’) sonunda da belirttiği gibi tercihi kendisinin yapmış olması bu yolu farklı ve değerli kılacaktır, başkasının dayattığı yollar pişmanlıklarla doludur. En azından tek pişmanlıkla: “Keşke ben tercih etseydim!” Çünkü gözlemlerim öyle gösterdi ki, insan emek vermediğini, müsrif beklentiler ve ufukta görünen çeşitli parıltılar için giriştiği iş olsun, aşk olsun, kolaylıkla terk ediyor. Gerisi hep mazeret ve teselliler. Hep kendine yalan. Bellekte ‘Sonsuz’ kalan hep emekle ölçülüyor. ‘Servi Boylum, Al Yazmalım’ sinemamızın bu tercihe en güzel kült örneği. Benim işçilerim, görünmez işçilerim yollarını kendileri mi tercih ettiler, bilmem. Bayram biter bitmez işe koyulmak zorundaymışlar, baksanıza. Millet hava güzel, tatil devam ediyor diye sokaklarda, onlar görünmeden çalışıyor. Görünmezlerse de sesleri gelir. Çıkıdık çıkıdık, eski taşları onaran ellerin sesini duyarsınız. Biraz bakınır ve bulursunuz onları, Gazi Caddesi’ndeki tarihi İzmir Ticaret Odası arkasındaki duvardalar. Çevreye verdikleri rahatsızlık için özür dileyen duyuru altında tarihi yapıyı yenilemektedirler, cumartesi demeyip çalışmaktadırlar. Mahir ellerine, gözlerine, bileklerine sağlık dersiniz içinizden. Bay Düdük’ün varlığının en az hissedildiği İzmir’den ilk aşkım İstanbul’a doğru, en çok insanın kendine ihanetini düşünerek ve mutlu dönüyorum. Duyargalar sonuna kadar açık yaşamak iyidir. Efelik biraz da bunu gerektirir. Bay Düdük’e karşı efelenmek gerektir. Bana bunu Kadıköy’de beni eksen bilip çevremde dans eden bir efe söylemişti. Sivil itaatsizlik ve efelik konusunda kafa yormak isteyen, Agamemnon’un halkına bu konuda yol açtığını da bilir. Homer’in Ilyada’sında Achilles sevgilisi Brisis’in elinden alınmasına bozulup Agamemnon’a efelenir. Uzatmayayım. Efelenmek iyidir. Bilen bilir, bilmeyen bir tutam mercimek sanır. Fotoğraflar: Yusuf Eradam (İzmir, 20 Kasım 2010)