Bir gün, bütün çocuklarımız “ABV!!! (Allah belanızı versin!) diye bağırarak bizi terkedip bilinmeyen bir gezegene gitse, Küçük Prens’in ardından, Exupéry’nin yaptığı gibi, ne yaparız? Bir dakika çocuklar, açıklayabiliriz, mi diyeceğiz, ne? Bu konu beni 11 yaşımdan beri takip ediyor. Algıda seçicilik belki. Bireysel tarihimde de ana eteğini o yaşta bırakmak zorunda kalınca, bırakıldığım yeri sahiplenmişim, terkedildiğimi sandığım yeri yuvam bilmişim, o yaşta yaşamıma giren alanı, mekânı, uzamı, yaşantılar birikimini ilk aşk olarak kafama kazımışım: Aaa İstanbul! Bir de mecaz bulmuşum ilk aşkıma: Çorabının kaçtığının farkına varmayan mağrur fahişe. Harcanan, hasarlı çocuklar, gençler konusuna tutkuyla bağlanmışım. O çocukları anlatan Kemalettin Tuğcu’nun hassasiyetine inanmışım, Bekir Yıldız’ı ve Fakir Baykurt’u da yine o çocuklara sahip çıkıldığı ölçüde sevmişim. İngiliz edebiyatı okurken Charles Dickens’a, özellikle de Oliver Twist’e tutkuyla bağlanmışım. Mezuniyet tezimi yine telef edilen iki kardeşin olağandışı öyküsünü, akan suda bitirerek anlatan George Eliot’ın The Mill on the Floss romanı üzerine yazmışım, Patiska’yı, ve Şükrü Erbaş’ın şiiri “Çocukları Öldürdüler”i bestelemişim. Yastıkadam’ı (Martin McDonagh) Türkçeye çevirmişim. 400 Darbe (Truffaut) ve Kayıp Çocuklar Şehri ("La Cité des Enfants Perdus"/Marc Caro ve Jean-Pierre Jeunet), Amelie, Şarküteri gibi filmleri izlemeye doyamamışım, öyküde, sinemada çocuk anlatıcıları önemsemişim. Kendi izimi sürmüşüm vesselam. Düşlerini, rüyalarını ya da hayallerini arayanları hep sevmişim. İster empati deyin, ister başka bir isim/sıfat yakıştırın. Çocukların düşlerinin, geleceklerinin çalınması söz konusu olunca ya da atık konusu açılınca, çöpten toplanabilecek, geri dönüşüm isteyen bir “Kayıp Çocuklar Şehri” mecaz olarak hep çıkıyor karşımıza. (Bir kısmı kayıp, büyük bir kısmı ‘Yitik’ çocuklar. Sorumluluk sahipleri kaleme alıyor (Beliz Güçbilmez), diğerleri meseleyi sahneye taşıyor (Şafak Uysal ve Laboratuar Gösteri Sanatları Araştırma ve Proje Topluluğu) Şehr-ü Evlad’üz-Ziyan, geçtiğimiz tiyatro festivali sırasında izleyemediğim bir yapıt. Fakat bu sıralar itaat kültürü, konverjans kültürü diye kafa yorarken ben, baktım yeniden sahneleniyor, kaçırmadım bu kez, siz de kaçırmayın. Garajİstanbul süreğen olarak sahiplenmeli bu projeyi.
İktidarın oyna dediği alanda (sahne önündeki sulu şeritte) yeri dar bulan gençlerin, birbirleri ile oyalanırcasına, birbirine dayanmak, yan yana yürüyüp üretebilmek yerine birbirlerinin üzerine basarak, tüketerek devindikleri, sahte ya da yüzeysel iletişimle idare ettikleri, iradeden yoksun oldukları işleniyor; biri varken ötekinin sözde varolduğu, plastik mankenler gibileştiği ve canlı-cansız karşıtlığının hep gözümüzün önünde dönüp durduğu bir gösteri.
Atıklaşacağı daha baştan belli çocuklarımızın, gençlerimizin bırakmak istedikleri izler, düşler, edimler, iktidar temsilcisi bir ‘kara’ adam tarafından sürekli olarak temizleniyordu. Bu kara güç (daha sonra gelen kendini icat eden mucit masalında da Mustafa Kemal Atatürk sonrası iktidarlar olarak ima edildi) gençleri izledi, yönlendirdi, onların plastik bedenlerle oyalanmasını sağladı; ön şeritte oyun başında içinde varoldukları su (can suyu gibiydi) şerit dışına taşmasın diye uğraştı, cumhuriyetin uzamlarını yönetti, ayarladı, değiştirip dönüştürdü. Oyunu da ışıklandırılmış bir küple döngüsel kurguda başlattı ve bitirdi. Zemin hep temiz kaldı.Gençlerin yüzleri silindi (“Kendi yüzüm dalgalanmıyor!”) fakat unutuşun temiz yüzü kaldı. Bu oyun, üç kez oynandıysa, Ancyra kızın tarihinde dördüncü kez de oynanır korkusu da bize kaldı. Amerikalı kızılderililer, hiç görmedikleri İspanyol gemilerini, hiç görememişler ya. Bu dalgalar da neyin nesi diye ufka bakıp bakıp sonra hayal etmişler yabancı cisimleri de öyle görmüşler gelen fatihleri. Geç kalmışlar tabii ki.
Bir ara, kızlardan birinin zemini temizlemekte kullanılan bezin üzerinde ayakta durup beklemesine bayıldım. Üstünde duracak yeri kalmadı, gitti bezin üstünde durdu. Bu durum ironisi harikaydı. Geniş alanlarda dans edip oynamaları, özgürlüklerini doya doya yaşamalarını bırakın, ikili ilişkilerde bile aksak bu gençlerin zamanla, kendilerine itaat kültürünün tanıdığı ölçüde dar alanlarda, hiç değilse kendi çizdikleri kozalar, dar çemberler içinde var olmalarına da izin verilmedi, o çemberler de bir bir silindi. Anlatı zamanı geçmiş zaman gibiyken şimdileşti, bir dost aradılar ama gün akşam oldu. Yitik kuşaklar listesine adlarını kaydetmeye mahkumdu hepsi. Nafile çabaladıklarını biliyorlardı. Bu açıdan karamsardı bu temsil. Hayat veren su, daha sonra anlatıcının da sesinin boğulduğu işkence aletine bu yüzden dönüştü. İroni üstüne ironi. Güzeldi vesselam.
Kristeva’yı okumuşlar gibi geldi bana: Düzenle ilgili meselemiz var, düzenin rahatsızlıkları ile meselemiz var, bir düzen biçiminin başka düzen biçimi ile ilintilenişinde meselemiz var, sonra da iktidarın bize tuhaf gelenle bir şekilde ilişki kurması, haşır neşir olması ama yine de bırakın onun tarafından tepetaklak edilmeyi ondan etkilenmeyişini kanıksayışımızı da sahne tasarımının değişip dönüşmesiyle ve danslarla gösteriyor gibi geldi. Parçalar arasındaki düzen telaşı ile yitik kişilerin kendi aralarında nafile düzen arayışları da bunu gösteriyordu. Metni okuyan da, bir başka deyişle, öyküyü yazan, yaratan da bu gençlerin yazgısından muaf olamadı. Masalı okurken sesi giderek inceldi ve çocuklaştı, isimleri okurken giderek kalınlaştı, günümüze geldikçe ürkünçleşti. Herkes ve her şey metinleşti, canını yitirdi. Manşetlere bu yüzden çıkmayı hak ettiler, hepsi manşetlik oldu. Unutulmaya yüz tutacak, anlatılıp bitecek, yazılıp söylenip çok konuşulup yeniden unutulacak öyküler silsilesi, biteviye tarihimizi yüzümüze vurdu. Ucube çocuk, altı parmaklı ya (CHP), aciz kaldı, büyüyemedi. Çocuklarımızın, gençlerimizin, bu canların, cansızlaşacağı daha gösteri başlamadan önseniyordu, yere tebeşirle çizili beden haritaları ile. Zeki Müren’in sesinden bestesi ve güftesi Hamamizade İsmail Dede Efendi’ye ait Hicâz şarkı ‘Yine Neşe-i Muhabbet’in baskı/gözleme kulesi gibi duran geri plandaki metal sütundan yayını ile başlayan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin uzun bir dönemine damgasını vurmuş ‘Sanat Güneşi’nin sesindeki armoninin giderek kakafoniye dönüşmesi ve sonra felaketi anıştıran vurgularla ürkütmesi ve tıpkı oyunun metinsel kurgusunda da olduğu gibi yine nakarata dönüş ‘Gel, gel, kaşı kemanım, gel gel dîlde nihânım’: Üç bölümde, üç askeri darbeli Cumhuriyet tarihimizin mecazı olarak ön alanın da daha sonra üçe bölünmesi ile biteviyeleşen tarihin altı şarkıdaki ‘tenni, tenni’ ile çiziliyordu, aynı ya da benzer öykü/senaryo bu şehirde (ülkede) oynanıyor iletisi veriliyordu: “Âh sana cân ü dîl fedâdır!” Finalde, Türkiye Cumhuriyeti çocuklarının isimleri sayılırken Cumhuriyetin başından bugüne değin ‘kayıp/yitik’ gençlerin adları dönemlere göre, popülerliklerine göre sıralandıysa, Deniz, Ulaş gibi isimlerin ardından son dönemde, yani bugünümüzde Hayrunnisa ismini yadırgadığımı söylemeden edemeyeceğim. (Oyunu birlikte izlediğim, web sitemin editörü Muharrem İşeri fark etmemi sağladı). Kayıp kentin çocukları listesinde bu ismin yer alması yanlıştı. Şimdi de Abdül’lü Hayrun’lu isimler moda denmek isteniyorsa da, öteki isimlerin de moda oluşuna işaretti. Kimi yerlerde dansçı arkadaşların özellikle toplu olarak konuştukları yerlerde ‘artikülasyon’ yetersizliklerinden anlaşılamayan/duyulmayan metin, keşke üst-yazı olarak geçseydi. Simgesel, mecazi sunum içinde söz iyi duyulmayınca, temsilin tamamını tam anlamıyla kavradım, çözümleyebildim hissi ile çıkamadım dışarı. Foucault iktidarın hayal edildiğinden daha güçlü olduğuna inanıyor, bu oyun da öyle. “İktidar bedeni çalıştırır, bedene nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer. İşte onu bu çalışma içinde suçüstü yakalamak gerekir” diyor Foucault (İktidarın Gözü. Ayrıntı, Çev. Işık Ergüden, 2003, s. 49) Wikileaks, kirli çamaşırları döküyor ortaya, ama usta düşünür haklı: Hala suçüstü yapılamadı. Sonradan açılan belgeler, unutuş ırmağına atılacaktır. İktidar bunu bilir ve suçüstü yakalanmamak için, başka kimseye güvenemeyeceğinden belki de, kızından danışman yapar. Oyunun tanıtım metninden bir alıntı: “Uykuları gelsin diye içen, içtikçe birbirine sokulan, hep lüzumsuz şeylerden konuşan bir adam ve bir kadınlayız. Uyuyanların fotoğraflarıyla ölülerin fotoğraflarını nasıl ayırırsınız birbirinden? Biz uyuyorlar sanmıştık, yalnız değiliz sanmıştık… Meğer...” Şehr-ü Evlad’üz-Ziyan, antlaşmalarla, sözleşmelerle, iktidarın gözünde telef olmaktan başka yazgıları olmayan, ziyan olduk ziyan diyen gençlerin temsiliydi. Kaçırılmamalı. Peki, yok mu iktidara suçüstü yapabilen? Var mı? Var da yok; var da gören yok. Haberlerde iktidara sürekli olarak suçüstü yapılır fakat devlet denir, toplum denir, çeşitli kurumlar, hatta çeşitli kişilerin adı geçer sanık hanesinde. Fakat yakalanan iktidar mıdır? LABORATUAR GÖSTERİ SANATLARI ARAŞTIRMA VE PROJE TOPLULUĞUhttp://www.laboratuar.org Tasarlayan ve Yöneten: ŞAFAK UYSALÖzgün Metin: BELİZ GÜÇBİLMEZYaratıcı ve Sahneleyenler: CANBERK YILDIZ, ÇAĞLA GÜLOL, EREN GÜLBEY, FULYA TEKİN, GÜNEŞ ÖZKAL, ŞAMİL TAŞKIN, BONNIE & CLYDESes ve Görüntü Tasarımı: DOĞUŞ BİTECİKKostüm Tasarımı: BAHAR KORÇANDekor Uygulama: ALFA BETA MAKİNEProje Geliştirme ve Dramaturji : LABORATUAROrtak Yapım : CPM ISTANBUL Prömiyer: MAYIS may 2010 / 17. ULUSLARARASI İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ Süre: 65 dk.