12 Haziran, 2010, İstanbul.
Avrupa Yakası’nda, Dolmabahçe kıyılarına hummalı bir kalabalıklar akıyor.
Taksim’den, Sirkeci’den, Beşiktaş’tan, Kadıköy’den geliyorlar.
Her semtten, her renkten, her meslekten insanlar bunlar. İşçiler, öğrenciler, dokumacılar, garsonlar, tezgâhtarlar…
Yürüyorlar.
Üniversite gençleri, çıraklar, şoförler, fırıncılar, inşaat işçileri, temizlik emekçileri…
Türküler söyleyerek geliyorlar.
Semt semt birikerek, vapurlara binerek, tünellerden geçerek, Dolmabahçe Yokuşu’ndan inerek geliyorlar...
Anadolu’nun ezgilerini duymak, türkülerini dinlemek için; dağların sesine, derelerin şırıltısına, ormanın ve kuşların cıvıltısına kulak vermek için geliyorlar.
İnönü Stadı’nın içi bir mahşer yeri; iğne atsan yere düşmez, tıklım tıklım; umutlarının türkülerini, yüreklerinde taşıyanlar dolmuş.
Hava karardı, kararacak.
İşçisi, işsizi, öğrencisi, öğretmeni; yaşlısı, genci, memuru, emeklisi, sevdalısı, âşık olanı…
Tam 55 bin can doldurmuş İnönü Stadını.
"Merhaba" diyor kadın.
Sahnede, elinde mikrofon; umutlarının türkülerini yüreklerinde taşıyanlara sesleniyor:
"Sizleri tanıyoruz" diyor, yüreği 55 bin canın yüreğine değiyor;
"Sizlere reva görülen kapı kulluğunu reddederek, emeğinizin, alın terinizin karşılığını ararken baskılara, yasaklara rağmen sendika kurma hakkınızı ararken eylemlerinizden, direnişlerinizden tanıyoruz..."
"Pamukta, tütünde, fındıkta, toprağa kan ter akıtan ırgatlar, sefalete mahkûm edilip toprağa küstürülen çiftçiler…"
Sonra erkek olanı geçiyor mikrofona;
"Sizleri tanıyoruz" diyor o da; stadyumu dolduran 55 bin canın yüreği birden yüreğine değiyor;
"Üç kuruşa köle gibi çalışırken, sorgusuz, sualsiz işten atılırken, direnişlerden, çocuklarımızın ekmeğini çalanlara karşı açtığınız grev çadırlarından, çalışırken kopan kollardan, yanan bedenlerden; madenlerde, tersanelerde yitirdiğimiz insanlardan tanıyoruz…"
Ve başlıyorlar türkülerine; her şeyi yaratan ellere dair dilleniyor ezgiler; geleceksiz bırakılan, yokluğun pençesine atılan gençlere, umudunu ve direncini yitirmeyenlere dair…
Hava giderek kararıyor, Dolmabahçe’nin sırtlarını, Boğaziçi’nin serin rüzgârları okşuyor.
"Gece leylak ve tomurcuk kokuyor."
"Hazirandan ölmek zor" diyor. Bir ezgi söyleniyor, sıcak bir yemek özleniyor, bir aşk, bir şiirde dile geliyor.
Derken, bir türkü daha kopuyor bağrından Anadolu’nun, bir ezgi daha yakılıyor.
Stadyumun ortasında, 55 bin can çiçeği birden açıyor.
Anadolu’nun binlerce yıllık öncesinden süzülerek geliyor, ekmeğe ve aşka dair sözler.
Sahnede genç bir ozan, madencilerin türküsünü söylüyor.
"Şimdi kara elmas diyarında, yeryüzü sıcak olsun diye."
İnönü Stadı’nda sazlar çalıyor perde perde, çellolar sıraya girmiş, gitarlar dinlenmede; neyler inceden inceye, kemanlar inleye inleye, flütler üfleye üfleye…
Başlıyor orkestra çalmaya; Anadolu’yu karış karış dolaşan âşıklardan, Dadalladan, Pir Sultan Abdalardan almışlar sözlerini.
Yunuslardan, Veysellerden alarak feyzlerini; Ruhi Su’dan, Mahsuni’den, İhsani’den söylüyorlar türkülerini…
Abdal olmuş ozan, nefesiyle bir baharı üflüyor, kelimelerinde Anadolu’nun cümle renkleri, ağzında kır çiçekleri.
Genç kız Güleycan’ı söylüyor sahnede.
"Güneş bile yasak gülüm güley gülüm
İçim sarı sıcak gülüm güley gülüm"
Ezgileri bir bir dile gelirken Anadolu’nun, birinin dilinde Çeşmi Siyahım.
"Önümüze dağlar sıralansa da.."
Elinde kontrbas, türküsünü söylüyor İbrahim
Stadyum, içinde binlerce çiçek, rüzgârı içmiş bir orman gibi, sallanıyor.
55 bin can çiçeği birden coşuyor.
Başımı kaldırıyorum.
İçimde bir ürperti, sinemde soğukluk, yüreğimde bir titreme.
Bilgisayarımda sayfaları karıştırıyorum. Birden göz göze geliyorum onunla.
Öylesine genç, yüzü öylesine apak, öylesine yaşam dolu…
Dudaklarını her araladığında, cıvıl cıvıl, sanırsın bir bülbül şakıyor, açınca kanatlarını sanki bir kuş uçuyor.
Tanıyorum; yaşama sevinci bu gözlerindeki. Öylesine kıpır kıpır, öylesine heveskar, bir o kadar umutlu.
Nedense bir türlü geçmiyor içimdeki ürperti.
İki gün oldu, el sallayan fotoğrafını görmüştüm onun hastaneye giderken.
Nihayet bitmişti, açlığın koynunda büyüyen bu zulüm.
İşte o an düşüyor önüme haber!
Apansız kırılıyor belim, kırılıyor yürek telim.
"Öldü" diyor haber; "öldü!"
"Helin’den ve Mustafa’dan sonra, o da öldü!"
"İbrahim Gökçek öldü!"
Dilinde türküleri, kalbinde söylenmemiş sözleri, ağzında kır çiçekleri…
Hepsi yarım kaldı.
Bir yanımda bir yürek ağrısı, bir yanımda ince bir sızı.
Demek 35 yaşında, 42 kilo, kaburgaları tel tel, o çocuk öldü!
Konserlerini veremeden, türkülerini söyleyemeden, ezgilerini derleyemeden gitti!
Bir an donup kalıyorum. Bir şeyler kopuyor, kopup da gidiyor içimden. Bir düş bozuluyor, kalbimdeki umut çiçekleri kuruyor.
Stadyumda bir türkü dilleniyor;
"Şişli meydanında üç kız, biri çiğdem biri nergiz.
Vuruldular güpe gündür, sorarlar bir gün sorarlar"
Donduruyorum sayfayı.
Önümde bir resim, içinde iki çocuk.
Gülüyorlar.
Gözlerinde çocuk yüzlü bir heyecan.
Bakışları ışıl ışıl.
Ağzında kır çiçekleri, dudaklarında güleycan.
İnönü Stadı’na dönüyorum yeniden.
Stadın içinde 55 bin ölü, 55 bin türkü birden susmuş, 55 bin ağaç birden solmuş.
İnönü Stadı şimdi koca bir mezar. İçinde söylenmemiş türküler, çalınmamış notalar, yarım kalmış ezgiler var.
Ama hepsi suskun, hepsi mahzun, hepsi matem havasındalar.
Bütün sazlar, çellolar, gitarlar ve kontrbaslar; neyler ve kemanlar; flütler ve duduklar; trompetler ve klarnetler…
Hepsi birden susmuşlar.
Orkestra da çalmaz olmuş; dağların sesi, ormanların nefes alıp verişi, derelerin şırıltısı, kuşların cıvıltısı…
Hepsi birden susmuş!
Hepsi ölümüne bir suskunluk içinde, derin bir sessizlik çukurundalar.
Sadece yüreğimden bir ses; ince, zayıf, hüzünkâr.
"Olmadı, yapamadık" diyor; "başaramadık!"
Türküler sahipsiz, notalar yetim, ezgiler yalnız kaldı.
"Bu kalleş, bu sinsi, bu ceberut ölümün pençesinden sizleri çekip alamadık!"
Şimdi yüreğim Anadolu’nun kuruyan dereleri gibi.
Sessiz, soğuk, kimsesiz.
Ve içinde buz parçaları.
Üşüyorum çocuklar, ne diyeyim.
Bağışlayın, sahip çıkamadık sizlere!