Ben Türk’üm!
İlk defa anne-babamdan duymuştum bunu.
Sorduğumda, hep öyle diyorlardı; “tabii ki biz Türk’üz oğlum!”
Dedelerimse, öz be öz Türk olduğumuzu söylüyorlardı.
Çocukken böyle öğrenmiştim.
Emindim, ben Türk’tüm!
Bu yüzdendir ki okula başladığımda, ilk söylediğim şarkı “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım…” oluyor, okul sırlarında “Ne mutlu Türk’üm” diye övünüyordum.
Ortaokul ikinci sınıfa geldiğimde, öğretmenime, “damarlarımızdan akan asil kanı” sorduğumda, her ne kadar hafiften bir azar işittiysem de, yine de Türklüğümden zerre kadar kuşku duymuyordum.
Soğuk kış günlerinde, kuzine bir odun sobasının ısıttığı babaannemin odası sığınağımız oluyordu.
Karın, kışın, zemherinin çocuklarıydık. Ardahan’ın eksi kırk derecelere varan dondurucu soğuklarında üşüyen minik ellerimizi ısıttığımız yegane yer, işte bu kuzine sobanın boruları olurdu.
İçinde, odunların çıtır çıtır yandığı sobanın arkasında babaannem otururdu. Orası, onun vazgeçilmez yeriydi. Oturduğu yer minderinde, babaannemin ayaklarını ovmaksa benim asli görevim.
Ben, onun pamuk gibi yumuşak ayalarını ovarken babaannem, kendini, transistörlü radyodan odaya yayılan ezgilerin büyülü sarhoşluğuna bırakır, uyuklardı.
Sonradan öğrenecektim. Erivan Radyosu’ndan yayınlanan Ermenice ve Kürtçe ezgilerdi bunlar. Babaannem, gelin gittiği Türk evinde, köklerine duyduğu özlemini, işte bu ezgilerin tınılarında gidermeye çalışıyordu...
Beştepe’de, bir zamanlar “kaçak” yapıldığı söylenen sarayın bir salonunda, bir masanın etrafında boncuk gibi dizilmiş insanları görünce, aklıma nedense babaannem geldi.
25 ilin, büyükşehir belediye başkanları, devletin en yetkili kişisinin karşısında, ‘hazır ol’daydı!
Muhtemelen 25’i de Türk’tü. En azından kendilerini öyle hissediyorlardı.
Muhtemelen onların da birer babaannesi vardı. Ve yine muhtemelen onların da babaannelerinin bazıları, Kürtçe, Ermenice, Rumca ezgilerle büyümüşlerdi…
Ve hepsi, en az benim kadar Türk’tü ve sorsalar, en az benim kadar Türk olduklarını söyleyeceklerdi.
Söyleyecekler ama üç büyük Kürt ilinin; Diyarbakır’ın, Mardin’in, Van’ın belediye başkanlarının neden aralarında olmadığını düşünmeyecekler, ya da en azından sorgulamayacaklardı.
Seçilmiş Türkler olarak huzura çıkmışlardı. Kürt olan ve muhalif bulundukları için görevden alınan belediye başkanları; Dr. Selçuk Mızraklı, Ahmet Türk ve Bedia Özgökçe’nin yerine atanmış üç kayyımla göz göze geldiklerinde, yine muhtemeldir ki vicdani bir rahatsızlık da duymayacaklar; duyanlar ise, bu atamaların en yüksek düzeydeki sorumlusu karşısında itiraz etmeyeceklerdi...
On dört yaşıma geldiğimde bir şeyi fark etmiştim.
Yaşadığımız dünyada, ne Türklüğün önemi vardı ne de Kürtlüğün. Alman olmakla, Arap olmak; İngiliz olmakla, Filistinli olmak aynıydı. Kürt’ün de ağası, sömürücüsü, zulmedeni, hırsızı, katili vardı, Türk’ün de…
Alevi ve Sünnilik de öyle. Kötülük bir kez bulaşmaya görsün, ne dinine bakıyordu insanların, ne mezhebine, ne de cinsine… Etnik kökeni mi dersin, uyruğu mu, yoksa teninin rengi mi, ayırt etmiyordu.
ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atarak yüzbinlerce insanı katletmişti. Nazi Almanyası, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatarak 70 milyon insanın ölmesine sebep olmuş, Fransa, Cezayir Savaşı’nda en onulmaz suçları işlemiş, İsrail’se batılı ve Arap devletlerinin ortaklığıyla Filistin halkına zulmetmiş, zulmetmeye de devam ediyordu…
Ne var ki, tüm bu suçlar, o devletlerin sınırları içinde yaşayan tüm insanların suçu değildi. Suçlu olan, sadece o devlete sahip olan sınıf ya da egemen güçlerdi.
Bunu fark ettiğimde, ne devletin, ne milletin, ne bayrağın, ne de sınırların önemi kalmıştı gözümde.
Ve ben ne Türk’tüm, Ne Kürt’tüm, ne de başka bir şey.
Ben bir dünya vatandaşı, sade bir insandım!
Duygularıma gelince; nedense hep zayıfın, hep mağdurun, hep ezilenin yanında olmamı söylüyordu bana.
Ve ben, kaçınılmaz öyle yapıyordum. Bulgaristan’da horlanan Türk’ün, Türkiye’de yok sayılan Kürt’ün, Filistin’de vatansız bırakılan Filistinlinin yanında buluyordum kendimi…
Bununla yetinmiyor, doymak bilmez bir iştahla gezegenimizi kemiren insanoğlunun karşısında; toprağın, ağacın, havanın, suyun yanında; ormanların, hayvanların, börtünün ve böceğin arasında hissediyordum kendimi…
Bu yazıya gelince…
Böyle bir yazıyı yazmak, aklımın ucundan bile geçmiyordu. Hatta son 24 saattir haber bile izlememiştim.
Ne zaman ki ajanslarda o haberi gördüm, birden bire çocukluğumdaki kuzine sobanın arkasında, babaannemin ezgilerini dinlerken buldum kendimi.
Ne zaman ki, Beştepe’nin sarayında fiyakalı bir masanın etrafında sıralanmış o insanları gördüm, birden bu satırların arasına karışmış olarak buldum kendimi.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda, 25 büyükşehrin belediye başkanları ağırlanıyordu…
“Ne mutlu” dedim, içimden, “ne mutlu bize!”
Ne mutlu bize ki; ülkemiz sonuna kadar laikti; demokrasimizse bir o kadar şaşaalı;
Daha birkaç ay evvel, Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını geri almak için yapmadığımız kalmamıştı.
Ve yine daha dün, Canan Kaftancıoğlu’na 9 yıl, 8 ay ceza kesmemiş miydik? Ne mutlu değil mi bize, dünyaya örnek bağımsız yargımız var; gazeteciliğimiz dersen, 132 gazeteci hapiste, çok şükür dünya lideriyiz.
Ne mutlu bize ki; seçimler serbest, adil ve eşit; üniversitelerse özerk, hepsi birer bilim yuvası; sınavlar hilesiz, rüşvetler besmelesiz, rektörler atamasız, servetler ise sıfırlamasız; ne mutlu ki kaçak olmayan saraylarla dolu ülkemiz.
Ne mutlu bize, ne mutlu; “seni başkan yaptırmayacağız” diyen adam 3 yıla yakındır hapiste!
Ne mutlu bize, sayısını unuttuk hapse tıktığımız HDP’li vekillerin; unuttuk Selahattin Demirtaş’ı, Sırrı Süreyya Önder’i, Figen Yüksekdağ’ı, İdris Baluken’i, Çağlar Demirel’i, Selma Irmak’ı, Gülser Yıldırım ve Burcu Çelik Özkan’ı;
Ne mutlu bize, unuttuk mesela; Ferhat Encü’yü, Abdullah Zeydan’ı, Edibe Şahin’i, Şafak Özanlı’yı; unuttuk Sebahat Tuncel’i ve Halil Aksoy’u da…
Unuttuk bir çırpıda, 2 yıldır hapiste olan CHP’li Eren Erdem’i…
Önceki gün 12 Eylül darbesinin yıl dönümüydü. Darbecilerin o ünlü Diyarbakır Zindanlarını hatırladık. Cezaevi müdürü Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’dı. Co diye bir köpeği vardı. Darbeciler 19 yaşında bir kadını, altı ay boyunca Co’nun kulübesine tıktılar. Adı Gültan Kışanak’tı. Yıllar sonra aklandı… Önce vekil seçtik, sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediye başkanı... Ya sonra? 55 yaşında, bir kez daha attık onu zindanlara. Üç yıldır hapiste şimdi, ne mutlu bize!
Ne mutlu ki, Van’ın eski büyükşehir belediye başkanı Bekir Kaya’yı da yıllardır çürümeye terk ettik hapiste!
Çok mutluyuz, çok! Cumhuriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Can Dündar’ı mahkeme önünde öldürmeye kalktık; çok mutluyuz ki, ülkeden kaçmak zorunda kaldı; gazetenin diğer yazarlarının ise mahkemeler düştü paylarına; hapisler, soğuk hücreler.
Ne mutlu demokrasimize ki, üç büyük Kürt ilinin büyükşehrinde, kayyımlar yerine yeni başkanlar seçtik. Dört ay sonra bir kez daha kayyımlar atadık yerlerine!
Ne mutlu, ne mutlu bize! Kürtler yok artık, ne mutlu bize!
25 büyük şehrin belediye başkanları olarak toplandık bir sarayda. Indian Green mermerli, cilalı salonlarda bir güzel ağırlandık. Geride bıraktık cümle gerilimlerimizi, 'şükran' duyduk, nasıl da 'yumuşadık'.
Ne mutlu değil mi bize, ne mutlu bize!
Ne mutlu Kürtler yoksa!
Ne mutlu Türk’üm diyene!